Bu Blogda Ara

13 Mayıs 2018 Pazar

İki Çizgi Arasında

Kadın ve erkek eşit midir?
Kadın ve erkek nerelerde eşittir?
Kadın ve erkek iş yerinde aynı maaşı mı almalıdır?

Eşitlik konusu tartışıldığı ülkenin sosyal ve kültürel birikimine göre değişiklik gösteriyor.
Örneğin İran yada Suudi Arabistan'da futbol maçı izlesinler mi tartışılırken, Avrupa ülkelerinde toplum içindeki bire bir aynılık - farklılık konuşuluyor.
Ülkemizde her ne kadar suni olarak farklı otobüs, farklı taksi vs..  ayrıştırıcı bir ortam yaratılsa da uzak geçmişinde eşit statüde olduğumuzu biliyoruz, ve çok şanslıyız ki seçme ve seçilme hakkı konusunda adım atan ilk ülkelerden biriyiz.

Çocukken bu tartışmalar garip gelirdi bana. Annem ve babam aynı saatlerde evden ayrılıp, aynı saatlerde eve gelir, evin masraflarını birlikte hesap ederler, maaşlarını birlikte harcarlardı. Yani eve yapılan katkı - ev için harcanan emek aynıydı. O halde toplum neden bu konuyu tartışırdı? Anlayamıyordum.

Yaş ilerledikçe bazı farklı kavramlarla tanışmaya başladım. Ataerkil toplum gibi mesela. Hoş bizim evde babam hissettirirdi sağ olsun ataerkil aile yapısının anlamını. Sert adamdı. Bazen anlamsız - gereksiz kalan sertlikleri olurdu. Sayesinde beynimin içinde bir yerlerde kendini hatırlatan bir aile yapısı mirası taşıyorum sanırım. Hissettiriyor kendini.

Hayatın içinde savrulurken farklı yaşanmışlıklarla yoğrulup farklı düşüncelerle  bezenebiliyor insan. "Toplumda eşittir ama iş yerinde eşit olmaya bilir, fiziksel güç vs vs..." gibi tartışmalar sanki erkeklerin dizayn ettiği bir dünyanın sonucu gibi. Yalnızca yatakta ve savaş meydanında fazladan aktif olan erkeğin. Küfür ederken bile kadınlar - anneler üzerinden gitmek gereksinimi duyan erkeğin. Oysa ki bizim ülkemiz yada kültürümüz ne Arap, ne tam Batılı. Anadolu insanının naifliği içinde kadın ve erkeğin durumu her zaman yan yana olmalarıdır. Hayatın içinde her daim beraber mücadele verir.

İşte bu yaşanmışlıklar ve düşünceler içinde, sırasıyla önce ablamın ve daha sonra bazı arkadaşlarımın hamilelik dönemlerini gözlemleme imkanım oldu. Yakalayabildiğim her an çok ilginç anılar biriktirmemi sağlıyordu.

Derken bir gün eşimin hamilelik haberini aldık. Yazımın başlığı olan iki çizgi ile belli olmuştu her şey. Bu seferki gözlem daha farklı oldu. Adeta gün gün - saat saat gözlemledim. Kadının inanılmazlığına şahit oldum! Evet. Kadın ve erkek asla eşit olamaz. Erkek karnında bir canlı büyütüp, daha sonra o canlıyı dünyanın en büyük acılarından biri ile dünyaya getirip, birde kaç yaşına gelirse gelsin ilk günkü gibi bakmaya devam edebilirse, işte o zaman eşit olur erkek ve kadın. Fazla mı abartıyorum? Sanmam.

Kadının inanılmazlığına şahit olurken, aynı süreçleri tüm kadınların yaşadığını düşününce, gözlerim dolar. Annem gelir aklıma. O da yaşadı bu süreci neticede.
Başta annem ve sevgili eşim...
Tüm annelerimizin anneler günü kutlu olsun...


Sevgi ve Saygılarımla
Memur Çocuğu

Not: Bu yazıyı yazarken, iki çizgiyi tekrar gördük! Heyecan aynı. Galiba kaygı da!

20 Nisan 2018 Cuma

Daha ne kadar rezil olacağız?

Dün akşam bir kez daha gördük ki, bu ülkede futbol yalnızca futbol değil. Vurguyu doğru yerden yaparsak, futbol asla bildiğimiz futbol değil. Böyle giderse de olmayacak gibi.

İki takım, ülke futboluna adeta hükmeden iki kulüp. Kupanın ilk maçı rezilliklerle doluyken, daha büyüğünü yaşatacaklarını düşünmemiştik. Ancak bu ülkede, 10-15 yıldır, " daha kötü ne olabilir" dediğimiz her durumdan sonra, birileri bize mutlaka daha kötüsünü yaşattı.

Maçtan sonra herkes ne olacağını sordu. Sorunun özü "adaletli bir çözüm mü olacak?" ekseninde düşünülebilir. Normalde olağanüstü toplantı olur diye düşünürken ben, konunun neredeyse 1 hafta sonra görüşüleceğini öğrendik. Arka planda birşeyler dönecek yada ortam soğutulacak. Bilemiyorum. Aklım çok ermez bu "inceliklere".

Yıllardır maçlara gider geliriz. Bir maçta sahaya buruşturulmuş kağıt attılar diye seyircinin yaka paça çıkartıldığına şahit oldum.
Başka bir maçta polisin 1-2 kez, artık sıradanlaşan (aslında olmaması gereken) küfürler savuran birini staddan atmakla tehdit ettiğini gördüm.
Bir basket maçında hakeme bağırdı diye orta yaş üstü bir izleyicinin maçın son dakikasında iki polis tarafından çıkartılmasını gördüm.

Diğer taraftan, yıllardır yedek kulübesi arkasında ana avrat düz giden İstanbul takımı seyiriclerini görüyoruz. Yada milli maç öncesi sırf sevimsizliğinden milli takım kalecisine küfür edildiğine hep beraber şahit olduk. Bunlara bir işlem yapılmadığına da.
Bu eksende düşününce adalet beklemek fazla iyimser oluyor bence.
İki futbolcu kavga etse, ikiside oyundan atılır. Aynı takımdan olsa bile, ikisi de atılır.
Şimdi burada benim beklediğim adalet ikisinin birden ihraç edilmesidir. Seneye de katılmamasıdır kupaya. Çocukluğumuzdan beri, bir resmi ortamda kavga varsa, "ama" ya gelmeden önce ceza verilir karşılıklı.

Eskişehirde, İzmirde  yada başka Anadolu kentinde esip gürlemek kolay. Komşu ülke gibi davranabilmek lazım bazen.

Bizi rezil eden bu durumlardan kaçak güreşerek sıyrılamazsınız.
Türkiye tam anlamıyla " Balık baştan kokar" atasözünün vücut bulmuş hali oldu. Futbol da bunun dışında değil, hatta en net göstergesi.

Sürekli kendine yontan cin fikirli ( ama her işi batıran) tüccar zihniyetinden sıyrılmamız lazım artık.

"Yalnızlığım benim,
Pasaklı kontesim,
Ne kadar rezil olursak
o kadar iyi"

dizelerindense

" Yalnızlığım benim,
Çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak
O kadar iyi"

dizelerini tercih ediyorum ben.

Sevgi ve saygılarımla
Memur Çocuğu


15 Nisan 2018 Pazar

İnsan İnsan



Üniversiteden arkadaşımla görüştük geçen gün. Aynı bölümdeydik. Nadiren de olsa iletişim kuruyoruz zaman zaman. Yurt dışında yaşama fikri üzerine konuşmuştuk bir kaç kez. Haberini aldım, gidecekmiş İngiltere’ye. Sevindim hatta imrendim bile diyebilirim.

Geçtiğimiz yaz 3 ay geçirdim İngiltere’de. Gitmeden “İngiltere hoş memleket” demişlerdi. Gidip yaşayınca, tabir “cuk” oturdu diyebilirim. Hoş memleket hakikaten. Arkadaşıma bazı deneyimlerimi aktardım. “Tutturabilirse gerçekten iyi olur onun için” diye düşündüm.

İngiltere’de geçirdiğim 3 aylık süreçte, edindiğim arkadaşlara Türkiye hakkında bilgiler veriyordum, ve Türkçe hakkında. Yabancı ülkede çok uzun vakit geçirince daha bir anlamlı gelmişti
bana Tükçenin farklılığı, ve daha bir güzel gelmişti gerçekten.

Türkiyeyi anlatırken, özellikle şehrimin fotoğraflarını gösteriyordum ki çoğu insan şaşkınlıkla bakıyorlardı, kafalarında tasvir ettikleri ülke ile fotoğraftaki şehir arasındaki farka.

Çoğu yabancının isimlerinin anlamı yoktu mesela, ama pek çoğumuzun isminin anlamı var. “İsminin anlamı ne?” şeklindeki sorularıma cevap verememenin sıkıntısı ile sorunun tuhaflığı karışımı yüz ifadeleri çok ilginçti gerçekten. “Sizde bütün isimlerin anlamı mı var?” diye sordu birgün birisi. Eh, hemen hemen hepsinin var.

Bazı kelimeler özelinde konuşuyorduk.

Mesela, ben “GÜNAYDIN” kelimesini çok severim.
Gün Aydın.
“Günün aydınlık olsun” der gibi gelir bana hep. “Good morning” den dahafarklı gelir. “Good morning” fazla sade, fazla rutin bir söylenişken, “Günaydın” dediğinizde adeta bir umut iletirsiniz karşıya.

“HOŞÇAKAL” dır bir diğer sevdiğim kelime. Her hangi bir ayrılık – bir veda da karşındakine söylenen “HOŞÇAKAL” içten gelerek te söyleniyorsa hele, karşınızdakinin iyiliğinin sürekliliği isteği gibidir. “Bye” anlam olarak karşılar belki ama, aynı şeyi ne kadar ifade edebilir?

Kafamda bu düşüncelerin oldukça fazlası ile memlekete döndüm. “Günyadın” diyerek girdiğim bakkaldaki sakallı amcanın “aleykümselam” karşılığı vermesi ile gong çalar çalmaz yumruk yemiş boksör gibi sallandım adeta ayakta. Tam olarak anlamını ve kökenini bilmediği arapça sözcükle, “kısa aklıyla” benim ona öyle söylemem gerektiğini dayatırcasına bu şekildeki geri bildirimi, alış-veriş yapma isteğimi sonlandırmıştı. Bu bile tekrardan dışarıda yaşama fikrimi pekiştirmeye yetiyordu aslında.

Arkadaşımla oraların olumlu olumsuz yönlerini uzun uzun konuştuk. Sonra birden bir şey oldu...
Daha önce hiç duymadığım bir parça dinledim. 3 gündür her an söylüyorum, dinliyorum. Bu kültürün bir parçası olup, farklı kültüre nasıl adapte olunabilir? Bu kültür ve geçmiş nasıl bırakılabilir?

Sürekli birşeyler dayatan dengesiz ve cahil insanlarla mücadele etmek -evet çok zorlarşıyor git gide- yerine bırakıp gitmek ne kadar doğru olur diye düşünüp duruyorum bir kaç gündür. Bir şekilde etmeli ama.

16.yyda yaşamış bir şairin dizelerine, bu kadar güzel ve yerel motiflerle bezeli bir klasik müzik eserini oluşturabilen bu ülkenin birikimleri gerçekten inanılmaz geldi dinlediğim anda. Bu ülkede “ama” sız olarak herkesin önce karşılıklı saygıyı ele alarak tekrar bir arada yaşayabilmesidir tek dileğim.

Saygı ve sevgilerimle
Memur Çocuğu




5 Nisan 2018 Perşembe

Bu şehrin çocukları

3 yıl kadar önce okuduğum gazete haberi ile heyecanlanmıştım: " Olin desteği çekti, takım Eskişehir'e taşınıyor!"
Uzun yıllardır düşünürdüm, neden bu şehrin basketbol takımı yok diye. Nasıl olacak diye merak içerisindeydim. Biraz araştırınca, her ne kadar 900 seyirci ortalamasıyla oynasa da, kulübe verilmiş emeklerin, özellikle kurulmasında ve büyümesinde ter döken dönemin Edirne Gençlik ve Spor İl Müdürünün adeta çocuğu gibi olan bir takımın, düzenin çarkları arasında heba edilmesi gerçekten can sıkıcıydı. Bu geçmişi düşününce de pek gidemedik bir süre maçlara.

Gitmeye başladığımızda artık kazanmaya ve "takım" olmaya başlamış bir ekibi zevkle izlemeye başlamıştık.
İki isim çok dikkat çekiciydi:
Kartal ÖZMIZRAK ve Buğrahan TUNCER.

Aradan geçen zamanda Buğrahan başka takımlara gitti - geri geldi. Kartal kendi takımına döndü.

Geçtiğimiz akşam bu ikiliyi yeniden izleme şansı buldum: Sınırsız yabancı kuralları ile Limiti sonsuza giden Amerikalı basketbolcu enflasyonu olmasa, Türkiye'nin ve Avrupanın sayılı basketbolcusu olacak iki genç yetenek:
Kartal'ın bir maçta son hücumu kullandığı için rakip amerikalı ile kavga ettiğini hatirliyorum. Aynı maçta Buğrahan'ın oyuna girer girmez maçı çevirişini.
Geçen hafta sahada Buğrahan'ın ortaya koyduğu ruhu gördük. Üzerindeki EsEs formasıyla, sahada da adeta kaptan gibi takımı yönlendirmesini zevkle izledik.
Bu takım seyirciyle bütünleşemedi belki ama, takım karakteri gösteriyor. Doğru işler yapıyor eksikleri olsa da...
Ve aynı günlerde EsEs imizin başındaki haramilerin, günden güne ne kadar kötü takım yönettiklerine şahit oluyoruz.
Bir basket maçına 15 kişiyi organize edip götürmüştüm. Bir ara hepimiz EsEs diye bağırırken farkettim ki ben ve arkadaşlarım, hiç birimiz Eskişehirli değiliz. Sesimiz kısılıyor, hatta rakip seyirciyle kavgaya tutuşacağız.

Bir tarafta Eskişehirli olmayan Dünya vatandaşı olmuş sahadaki oyuncular kırmızı - siyah formayla ter dökerken, diğer tarafta banka hesabı ve nüfuzundan başka bir şey düşünmeyen kabadayı duruşlu kasabalı yöneticiler topluluğu.

Hangisi daha Eskişehir'li?

Not:
Buğrahan umarım uzun yıllar bizimle kalır. Hatta Kartal da gelse güzel olur :)

Saygılarımla
Memur Çocuğu


30 Mart 2018 Cuma

Perde aslında nerede?

Geçen yaz farketmiştim bizim eski mahalledeki, yalnızca tuvaletini kullandığım caminin duvarındaki tabelayı:
"4 - 6 yaş Kuran Kursu"
Çok şaşırmıştım. Somut kavramlarla dünyayı tanımaya çalışan çocukların, daha okul öncesinde Devlet Desteği ile soyut kavramlarla tanıştırılmasını anlayamamıştım. Geçen gün haberini okuyunca yeniden hatırladım:

https://www.birgun.net/haber-detay/4-6-yas-arasinda-100-bin-cocuk-kuran-kurslarinda-bu-yaslarda-din-egitimi-degil-oyun-gerekiyor-209359.html

İlkokula yeni başlayacak bir kız çocuğunun okulun ilk günü apartmandan çıkarkenki mahçup ve ne yapacağını bilmez hali geldi bir anda gözlerimin önüne. Sonra etrafımızı saran, çocuklara sık sık aşılanmak istenen kavramlar:
Bir çocuğun "mahşer" kelimesinin anlamı ile tanışmasını deneyimlemek dünyanın en can yakıcı deneyimlerinden biri bence. O kafa ve duygu karışıklığı dışardan bakanı derinden üzebiliyor.
Kendi çocukluğumu düşündüm sonra. Anneannem büyüttü beni. 5 vakit namaz kılardı. Dünya işlerinden de elini eteğini hiç bir zaman çekmemiş bir kadındı. Balkan savaşları sonrasında balkanlardan göç etmiş, balkan kültürüne sahip bir ailenin kızı olmasının etkisiyle sanıyorum, mutaassıp tabir edilen tipten bir kadın değildi.
Hal böyleyken dindar olunca dini hikayeleri de boldu. Bir gün bir hikaye anlatmıştı:
İyi insanlara Allah her zaman yardım ederdi. Ve çok çok iyi olup çok sevap işlersen bir gece gökyüzü sanki bir perde gibi açılır ve cennet görünürdü. Çok kötü ve günahkar olursan da aynı perdeden bu kez cehennem görünürdü.

Çokça dua ederdim yatmadan önce. Ailem ve kendim için.
Sonra bir gün dedim ki, ben iyi bir çocuğum, o zaman melekler bana yardım edip ödevimi yazsınlar. İlkokul 2 yada 3 teydim. Çocuk aklı işte: Soyuttan somuta geçiş yapmıştım. Kalemlerimi ve kağıdı gece masanın üstüne bırakıp, ödevin bitirilmesine yardım edilmesi için uzunca bir dua edip, sabah kalkınca gördüğüm boş kağıtla hayal kırıklığı yaşıyordum. Bir haftanın sonunda kağıdı kendim doldurdum. Kimse yardım etmiyordu çünkü.
Ama gene de ara ara o perde açılacak mı diye gökyüzüne bakmaya devam ettim.

Üniversiteyi şehir dışında okuyunca, farklı insanlarla bir arada yaşamanın ne demek olduğu hakkında bir fikir kırıntısına sahip olmaya başlamıştım ama öğrendikleriniz hep geliyor peşinizden, yada yaşadıklarınız. Bir arada yaşamak için bazı öğrenilenlerden vazgeçebilmekte gerekiyor.

Aradan epey zaman geçmiş düşünüyorum da şimdi.
Üniversiteden sonra iş - aile eksenli hatırı sayılır yurtiçi ve yurt dışı seyahatim oldu. Bu seyahatlerde insanların farklılıkları yanında aynılıklarını görmek mutlu ediyor beni halen.

Geçen yaz 3 ay yurtdışında kaldım. Çoğu Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın bir çok ülkesinden arkadaşlarım oldu.
İnsanların art niyetsiz tamamen doğal ve kendi halinde tavrı, ikili ilişkilerde yaşanan hataları çok açık bir şekilde, iletişimi devam ettirerek çözmeye çalışmaları, asla yalan söylememeleri gibi karakteristik özelliklere sahip olduklarını gördüm. İnsani ahlak kurallarını ve sınırlarını ne kadar iyi çizdiklerini. Birde hayat standardı olarak bizden ne kadar ileride yaşadıklarını.

Hayatımızda yanlış giden birşeyler var ve derin derin düşünüyorum bazen  anneannemin anlattığı perde aslında nerede diye...

Perdelerinizin açılması dileklerimle...

Memur Çocuğu


28 Şubat 2018 Çarşamba

Takım Oyunu

Askerliğimizin artık son günleriydi. Askerlik süresince aynı koğuşta kalmış 20 kişi, Van'daki toplanma noktası olan KTM'ye geçtik. Burada en az kalanımız 3 gün kaldı. Bu süre zarfında yemeklerde, içtimalarda, hatta tuvalete giderken bile birbirimizden ayrılmaz olmuştuk. Ara ara kendi içimizde sayım yapar hale gelmiştik. Eksik kişiyi herkes birbirine sorup, "takımımızın" eksik oyuncusunu bulmaya girişiyorduk.

Muhtemelen hayatının hiç bir döneminde birbirini tercih etmeyecek, asla bir araya gelmeyecek 20 kişi, birbirinden kopmayan bir "TAKIM" havasındaydık.

500er kişilik iç içe iki koğuşun bulunduğu binaya geçerken farklı yerlere gidip birbirimizden kopmayalım diye kolkola girişimizi hiç unutmam.

Hey gidi günler. 10 gün öncesine kadar neredeyse gruplaşacak kadar birbirinden uzaklaşan ekip, bir anda birbirinin kusurlarını görmezden gelip kardeşlik kıvamına gelmiştik.

Nereden geldi aklıma? 

Aslında hiç gitmez. 

Ne zaman bizim takımda işler kötü gitse, düşünürüm. Takımı kampa alsınlar ama, bir yatılı parasız yatılı okulun yatakhanesine alsınlar, yada erlerin bulunduğu askeri bir koğuşa. 

Koğuş ortamı birbirine yaklaştırıyor insanı. Kim ne zaman ne yapacak, tüm grup birbirini daha iyi tanıyor.

Yapacağı işten başka şey düşünmeye başlayınca takım oyuncusu, hemen bu çözüm geliyor aklıma. Yada altyapıdaki yaş gruplarını da içeren bir kampta, ama koğuş ortamında. Milyon dolarlık futbolcu, sıraya girip tabldot yemek yiyecek.

Uzun zamandır tasarlıyordum bu yazıyı ancak, değerli abimiz Bülent Gürsoy'un bağlantıdaki yazısı taşların yerine oturmasını sağladı. Yeri gelmişken kendisine hem bu yazı özelinde, hem de biz okurlarına yaptığı değerli katkıları için çok teşekkür ediyorum.

Bizim taraftarlar ateşli olması ile bilinir malum. Zor deplasmandır her takım için. Ancak uzun zamandır gözlemlediğim bir durum vardı ki, Bülent Ağabeyin yazısını okuyup, ilgili maçın videolarını izleyince de bu durum bende netleşmiş oldu.

- Tam olarak hatırlamıyorum ama, bir Galatasaray maçıydı yanılmıyorsam. GSli bir futbolcu bizim oyuncuyu topa koşarken aut çizgisi kenarında itti. Oyuncu o hızla reklam panolarına çarpmıştı. Yerden kalkıp sert çıkınca bir anda 4 - 5 GS li toplandı başına da, Bir EsEs li koşmadı "HOOOOOP!" demeye!

- Ne zaman bir ikili mücadelede rakip faul yapsa çok hafif bir itirazla durumu geçiştirdiler genelde. Rakibin çok sert davrandığı pozisyonlarda 2. kişi nadiren gelirken olay yerine, 3. Kişiyi zaten bulamıyoruz.

Türkiyenin ve hatta belki Dünyanın en antipatik futbolcularından olan Volkan Demirel'in yeri geldiğinde nasıl 40 - 50 metre depar attığını bilmeyenimiz yok.

Bunun onda birini görsem diyeceğim ki "bizimkiler takım olacak."

Takım olmak için illa ki sahada %100 pas isabeti olması gerekmiyor. Önce tribüne gelen taraftarın, sonra seni bekleyen sevdiklerinin sorumluluğunu üzerinde taşıman ve bunu hissettirmen gerekiyor.

Herkesin bildiği olaylı Akhisar Belediye maçında kapıyı açık bırakan saf ev sahibinin evine giren hırsız misali puan gasp edildikten sonra rakiple forma değiştiren haysiyetsiz de gördük, (Resmini aradım bulamadım.) bir maçta hakemin düdüğünden sonra, genç oyuncumuzun ayağını kırmaya çalışan sıfatsıza takımın bir yabancı oyuncusu dışında kimsenin tepki vermediğini de. (Onun resmini buldum)


Geçen haftaki maçta Gaziantepli futbolcu tribüne doğru garip hareketlerle sevinirken, nasıl olur da tek bir futbolcu bile yakasına yapışmaz "Ne oluyor?" diye? Diğer dengesize nasıl olur da tek kelime edilmez? İnanın hiç aklım almıyor. Takım olmak için önce rakibine karşında gerçekten "TAKIM" olduğunu hissettirmek gerekiyor. Düşmek - çıkmak - kazanmak - kaybetmek ikinci planda...

Saygı ve sevgilerimle



21 Şubat 2018 Çarşamba

Sahtekarın İktidarı

Memur çocuğuyum ben. Annem - babam aile adabıyla yetiştirdi beni. Yalan söylememeyi erdem kabul ederim. Hırsızlık zinhar kötü bir şey. Silah kullanmışlığım yoktur.
Memur zihniyetiyle yetiştim. Herkesi de kendim gibi zannederim.

Günlerdir ABD de görülen, Türkiye'de gerçekleşmiş olayların davasını izliyoruz. Bu davada bahsi geçen kişi - kurumların açıklamalarını izliyoruz bir de. İnanılmaz bir özgüven patlaması ile, "yaptımsa yaptım" tavrı ile toplum karşısına çıkan sözüm ona yöneticiler... İnkar eden de yok artık bu tarz suçlamaları. Yıllar öncenin film repliği gibi, "yaptım ama bir sor niye yaptım" üslubuyla mantığa bürüme çalışmaları...

O kadar çok etrafımızı sardı ki bu zihniyet, içinden nasıl çıkacağız diye düşünmeden edemiyor insan. Çocuğuna, etrafı tamamen bu zihniyetle kaplıyken, hatta bu zihniyetle yönetilirken evrensel doğruları kabul ettirmenin zorluğu çok ağır geliyor bazen.

Benzer durumu yıllardır futbol camiası içinde görüyorduk zaten.

Uzun zamandır spor kulüplerindeki yöneticilerin, tamamen siyasi ve ticari gerekçelerle bu alana yöneldiklerini anlamamak için aptal olmak lazım. Benzer durum maalesef Eskişehirsporumuzun da başına sarılmış bir bela idi. Ta ki geçen yıl penaltı atışlarını kaçırıp Süper Lig' e yükselmeyi erteleyene kadar.
Kaçan o penaltılar adeta kulüp tarihinde bir milat oldu ve kulübün başına Sinan Özeçoğlu geçti. Muhakkak ki o da ticaretin içinden gelme ve siyasi bağlantıları olan bir insandı ve siyasilerin verdikleri sözler ve önceki yönetimlerin "anlatmadıkları" ile başkanlığı kabul etmişti.

Seçildiği günkü konuşmasına "öncelikle" diye başlayınca, demiştim ki "bu da hepsi gibi..."
"öncelikle sayın bakanımız..." diyecek düşüncesine kapılmıştım.

"Öncelikle ailelerimize teşekkür etmemiz gerekiyor!"

Çok farklı bir konuşma başlangıcıydı doğrusu. Sonrasında gelişen olaylar da kulübün çok farklı yönetileceği sinyallerini vermişti. Takım ve kulüp gerçekten aile gibi davranmaya başlamıştı. Ancak aradan geçen zamanda önceki yönetimlerde yapılmış yalan yanlış icraatların ortaya çıkması muhakkak ki Sinan Başkan'ı çok yordu. Yalnız kaldığını düşündü.

Geçen hafta kongrede, eski başkanların yaptıkları şov ise tam bir rezalet ve kulüp adına yüz karasıydı!

Kabadayı edasıyla konuşan eski başkanın "Şimdi Sinancım" ile başlayan, alaycı tavırlı ve küçümser anlayıştaki konuşması tüm EsEs sevdalılarını yaraladı ve kızdırdı!


--------------------------------

Yarım kaldı bu yazı.
Ve zat-ı muhterem başkan seçildi. Hemen geçen dönemki sakallı arkadaşını geri getirdi.

Yazacak - konuşacak çok şey var da, Cengiz Ünder'in golünü gördüm, biraz önce....

Saygılarımla