Bu Blogda Ara

13 Mart 2019 Çarşamba

Ayna


89-90 yada 90-91 sezonuydu. Eskişehir'e taşınalı 3-4 yıl olmuştu. Babamla futbol maçına gitmiştik. Kiminle oynuyordu Eskişehir hatırlamıyorum. Az seyirci vardı maçta. O zamanlar babamla birlikte maça gidip te babamın “çocukla gireceğiz” deyip, beni biletsiz maça sokması ayıp bir şey olabilir mi diye bir karmaşa yaşardım özellikle tam o turnikeden geçiş anında. Yaşım 10 – 11.

Maç seyircisi az ve tepkisiz, demek ki aynı zamanda zevksiz ilerliyordu. Nedenini hatırlamıyorum, bir adam birden bire yerinden fırlayıp, “Lan Tahiiiiir! Ananı avradını si..... seniin! diye yüksek sesle bağırmıştı. Kendi yarı sahasının ortalarına çıkmış uzun gri eşofman altı giymiş sakallı esmer kaleci bizim tribüne doğru bakmıştı bu bağırtı üzerine. Bu bakış neticesinde bahsi geçen Tahir’in o kaleci olduğunu anlamıştım. Onun adına üzülmüş ve utanmıştım. Kadın yoktu tribünde. Kadınlar maça gitmiyordu demek ki. Ama bir şekilde sevilmeyenlerin anneleri yada avratları hatırlanıyordu – hatırlatılıyordu tüm öz saygı ile.

Aradan bir kaç yıl geçti. O zamanlar 1. ligi kovalıyordu takım. Bir Karşıyaka maçıydı. Gene babamla gitmiştik. Biletsiz mi girdim gene hatırlamıyorum. İnanılmaz kalabalıktı ama gene hiç kadın yoktu. Bizimkiler golü attıktan biraz sonra tüm stad bağırmaya başlamıştı:
İki geliyooor iki yalellee yalelleee ..... Devamını bilenler hatırlar. Bir yandan komik gelmekle birlikte, diğer taraftan da ayıplı bir hareket olması dolayısıyla utanç duyuyordum kendim söylemiyor olmama rağmen.

Aradan uzun yıllar geçti. Tribünler biraz medenileşti. En azından kadınlar tekrar maça gelmeye başlamıştı. Gelmeye başlamıştı kadınlar ama, erkek egemen toplumun bir göstergesi olarak, şiddeti azalsa bile, erkeğin aktifliği ve kadının pasifliği üzerine kurulu cinsel gerçekliğe dayalı küfürler hiç mi hiç azalmadı. Bir stad dolusu insan, o şehrin önemli bir silüetini yansıtabilir. Dolayısıyla da tüm stadı gözlemleyebilirseniz, şehir hakkında da iyi kötü fikir sahibi olabilir siniz. Kadının var olma mücadelesi stadlarda da kendini gösteriyor. Maç sonuna doğru takım galipken, “yendik mi” anlamında, cinsel çağrışımlı tezahüratın el - vücut hareketiyle de desteklenmesi örneğin. Bu hareketi içten gelen bir istekle ve çok büyük bir coşkuyla yapan kişiler, 8 Mart ta Taksim’deki toplum algısına göre aşırılığa kaçan toplantıyı tam 1 haftadır konuşuyorlar da, Ensar vakfındaki tecavüzlere doğru dürüst yorum yapmaktan kaçınıyorlar.

Ama şunu da belirtmek gerek: Bizim şehrimiz ve dolayısıyla stada gelen kitlemiz neyse ki nispeten medeni. Bazı münferit küfürler dışında, ciddi rahatsızlık oluşturacak ortam oluşmuyor.

Tribünler böyleyken, yönetimler ise tamamıyla önce reklam, sonra rant – komisyon – gelir peşinde koşan kişilerin bir araya geldiği ortamlar halini alıyordu. Tribün liderleri diğer takımlara sürekli giydirirken, kendi takımını göz göre göre soyanlara ses çıkartma – çıkartılma ortamı oluşmaması için elinden geleni yapıyordu. Hal böyle olunca da nice köklü ama köklerini taraftar ve altyapıdan alan anadolu kulübü kapanma noktasına gelip hızlıca dibe gidiyordu.

İstanbul kulüplerinin yönetimleri ise alt yapı yatırımları yapıp, altyapıdan oyuncu çıkarmak, ülke futboluna (ve ekonomisine) katkı sağlamak yerine, ‘Paramız var, istediğimizi alırız’ anlayışına bürünmüştü.

Ortam böyleyken Ankaragücü taraftarı iki genç kardeşimizin cenazesini kalktı geçen hafta Ankara’dan. Aslında bence kalkan ülke futbolunun cenazesiydi. Bu nedenle tüm taraftarlar koştu ülkenin dört bir yanından daha bir hafta önce birbirlerine sövdüklerini unutarak.

Aynı günlerde, taraftarı yok denecek kadar az olan, 1990 da kurulan, arkasında siyasi destek olduğu aşikar olan bir takım, dolu-dizgin şampiyonluğa koşuyordu. Bir alt ligde düşme potasında gezinen takımımız 20000 üzeri bir kitleye oynarken, taraftarsız bir kulüp bir sonraki sene muhtemelen UEFA Şampiyonlar Ligi’nde ülkemizi temsil edecekti. Tüm TV kanalları “futbolda bir yönetim başarısı” naraları atadursunlar, herkes biliyordu ki çok ciddi bir siyasi tabanlı ekonomik destek vardı.

Taraftar grupları bu cenazeye kadar birbirlerini yiyip dururken, tam da bu zamanda aslında kimseyle problemleri olmadığını hatırladırlar. ‘Zararın neresinden dönsek kardır’ diyeceğiz sanırım. Kendi takımı dışındaki takımların taraftar gruplarını düşman – dost diye ayırıp farklı mecralara yönelten anlayışlar yüzünden, kulüplerini soyanlar maçlarda protesto edilmek şöyle dursun, ıslıklanmamıştı bile. Kendi şehirlerinde sokağa çıkmayacak hale gelmesi gerekenler, işlerini yoluna sokup, geliştiriyorlardı.

Gelelim bir de “Büyük Takım Taraftarları”na:

Sosyal Medyada 10-15 yıl öncesine ait bir video izlemiştim. Videonun tanımında : ‘Beşiktaş taraftarından Gecekonduya ayar’ gibi bir şey yazıyordu. Ankaragücünün taraftar grubu kendi adları ile tezahürat yapıyor: GE CE KON DU şeklinde. Beşiktaşlılar da tribün liderlerinin çok keskin(!) zekasıyla oluşturduğu: BURASI METROPOL S.... N GİDİN! şeklindeki tezahüratla, ancak metropollerin gecekondulardan oluştuğunun farkında olmadan hep bir ağızdan bağırıyor.

Maç sonunda muhtemelen Beşiktaş tribünlerinin yarısı liderlerinin sözünü dinlemenin ve istediğini yapmanın verdiği mutlukla, o metropolün banliyölerinden birindeki gecekondu evine maç özetlerini izlemeye, ülkenin en başarılı takımlarından birini tutmanın verdiği hazla tatmin halini devam ettirmek üzere yola koyulmuştu.


26 Şubat 2019 Salı

BİZİM ÇOCUKLAR


Sıcak bir yaz akşamıydı. Traktör satıcısı başkan yönetiminde kulüp tarihinin en kötü dönemlerine girmiş, transfer tahtasını açamamış, yaş ortalaması 20 olan bir takımla lige başlamak zorunda kalmıştı. Deplasmandaki ilk maçından mağlubiyetle dönmüştü. Yönetime olan kızgınlığımız nedeniyle ilk iç saha maçımıza gitmeyecektik. Oluşan kötü hava öylesine şehri kaplamıştı ki, herkes “kesin düşeriz” diyordu. Hatta maçı izleyecek yer bulamamıştık, tüm mekanlarda Süper Lig maçı yayınlanıyordu.

En son şehrin en eski bira salonuna uğradık. Neyse ki hala ESES'in maçını yayınlayan bir yer vardı. 16. dk da mağlup duruma düştük düşmesine ama, sahada ne olursa olsun ayakta kalan gençleri görünce ümitlerimiz yeşermeye başlamıştı. Kolay mı, yıllardır koşmayan, mücadele etmekten kaçınan, yetenek olan ama sahaya ruhunu koyamayan futbolcular topluluğu izlemiştik. Haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz bir maçın sonunda, ceza alacağımızı bile bile rakibe ve teknik direktörüne tepkimizi gösterirken, maç sonu rakiple sarılıp forma değiştiren futbolcular görmüştük! Takım bizimdi çünkü sadece.

20 yaşındaki gençlerin sahada yaptıkları o kadar güzeldi ki, sahada herkes birbiri için mücadele veriyor, herkes birbirinin açığını kapatıyordu. Takımda herkes, hangi arkadaşının nerede ne yapacağını gözü kapalı biliyordu. Uzun zamandır gerçekten TAKIM izliyorduk. Derken 45. dk da Cemali’nin golü geldi. Golden önemlisi o muhteşem takla! Tekrar gol atsa diye bekliyoruz heyecanla.

İkinci yarı gene yenik duruma düştük. Dahası son dakikalara kalecinin kırmızı kart görmesiyle 10 kişi girdik. Yerine 17 yaşındaki yedek kaleci girmişti. Derken o son dakikadaki pas, hepimizin ayağa kalkışı ve o şık gol vuruşu! Bana sorarsanız gerçekten usta işi bir vuruştu! Yenilmemiştik! Sahadaki diri takım, 10 kişi kalmasına rağmen yenilmemişti! Stada gitmediğimize çok hayıflandım ama, hayatımda ilk defa televizyondan maç izlerken sesim kısılmıştı!

İşte umutlarımızı yeşerten o gol! Maçlara gitmeye karar verdiğimizi gibi, belki be bu gol sayesinde 3 yaşındaki oğlumu da maçlara götürmeye başladım! Bizim Çocukları izlerken yaşadığımız heyecanı onunla da paylaşabilmek için! Asıl önemlisi bir şehrin umutlarını yeşertmişti! Takımın adeta destansı bir hikaye yazmasını sağlamıştı. ‘65 ruhu diye anlatılan takımı görememiştik ama, sanki bir benzerine şahit oluyorduk!

Bunca yıldır maç izliyorum. Çok üst düzey de izledim, amatör maçları da. Şu kadarını söyleyeyim, bu ligde koşu mesafesi istatistiği tutulsa bizim çocuklar her maç Türkiye Rekoru kırar. En çok koşan da İbrahim Halil'dir diye görüyorum. Ayrıca değme forvetlerde olmayan bir özellik var: Savunmadayken ceza sahasına gelince kendi takımını bozmuyor, hatta savunma ile uyumlu kalıyor. Göremezsiniz nice üst düzey takımda.

Unutmayın! Onlar! “Bizim Çocuklar”!