Bu Blogda Ara

15 Kasım 2023 Çarşamba

Yol

Öndeki arabanın arka lambaları gözümü aldı. Sisleri yakmış şerefsiz. Aha frene de bastı. Kırmızı nokta. Alfa Romeonun nokta nokta kırmızı led fren lambaları en parlak haliyle yaktı gözlerimi..
Yandı...
Ülke gibi... 
Tabela... 
Yanık Ülke... Bağbozumu.. Şarap bağları.. Gelelim buraya bir ara...  Gidelim buralardan.
O kamyon çok hızlı değil mi? Çok su sıçrattı.
Ya sev ya terket yazmış üste.. 
Ne kadar milliyetçi o kadar kapitalist... 
Kamyon.. 
Susurluk ayranı. 
Mercedes... 

Kula kulluk edene yazıklar olsun yazmış çamurlukta... Biraz da her telden delikanlı
KULA yazısı üstünde kırmızı çapraz çizgi. 
Tabela... 
Çizmişler...
Kırmızı... 
Şarap gibi... 
Alfa Romeonun arka stopları gibi. 
Kırmızı noktalı... Ergenlik dönemi filmleri

Şarabın gazabından kork
Çünkü fena kırmızıdır. 

Beyazı da var. 
Bir de beyaz berelisi. 
Bir kez ikna olunca milliyetçilik harcı, 
Eline silah tutuşturulup, 
Öldürebilirsin o pis yabancıyı... 
"Bakarız sana hapiste koçum...." Mozaik de neymiş? 

Ülkenin çivisi mi çıkmış? Vidası var mıydı ki? 
Nerede bileyim hırdavatçı mıyım ben? 
Kahve içer misin? Gözlerini dinlendir. 
Bir amerikano lütfen... 
- Hem starbaks hem amerikano yuuuuuuhhh....
  Kah rol sun İs ra il.  
  Müslüüman uyuuumaa.... Iıııııı

" 300 metre sonra sola dönün" 
Tabela : ÖDEMİŞ
Yol ayrımı.... ALLAHDİYEN yolu mu bu? 
Allahdiyen... 
Çile bülbülüüüümmm ALLLAAAAAAAAH... 

Gözlerim kapanıyor... Gözlerimi kapatıp uyanmak istiyorum... Geçsin bu benim içimi kemirip dururken kendi içindeki tutarlı duran (tutarsız) hal.
Bir gök gürlese bari bir sağanak patlasa.... 
Yıl olmuş 2024.. Hala göklerden medet ummak... 





16 Mart 2023 Perşembe

Sesinin Yankısı

1996 yılıydı. Lise son sınıfa geçmiştim.
Zor zamanlardı bizim için. Hatta geriye dönüp bakınca belkide en zor yılmış şimdiye kadarki.
O zor zamanlarda duymuştum bu şarkıyı. Müziği sözleriyle bütünleşerek, o sıkıntılı dönemlere anlam katıyor, şarkıya kendi çapımda yeni anlamlar yüklüyordum. İçli bir keman ile insanın yüreğine işleyen bir giriş... 

Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz

Bir taraftan da soruyordum, bir kente yalnızlık nasıl çöker? İnsana çöken yalnızlık hissi miydi anlatılmak istenen? 
Zor zamanlarımızı omuzlayan anneannemi kaybettiğimizde yalnızlık hissinin kalbimden tüm kente aktığını düşünmüştüm. Çok değil bir yıl sonra gittiğim o tutucu, kapalı Anadolu kentinde, kente çöken yalnızlık tabiri farklı bir anlam kazandı zihnimde. Alışkın olduğum, yaşayıp gördüğüm dünyadan çok farklı olan bu kent yalnız ve insanı da yalnızlaştıran bir kent hüviyetindeydi benim gibi bir toy delikanlı için. Kendi iç dinamiklerine ve orada kendi içinde yalnızlığı olmayan yaşantıya sahip bir şehir olduğuna vakıf olmam normalden biraz uzun sürmüştü. Ben kendimi yalnızlık içerisinde hissediyordum belki sadece.

Yıllar geçtikçe şarkıyı daha bir sevip içselleştirmeme rağmen halen bu soruyu soruyordum: kente yalnızlık nasıl çöker? Bazen sabaha karşı, hemen herkes uykudayken? 

Grubun 25. Yılı konserinde çaldığı ikinci parçaydı. Sahneye ikinci sırada çıkmıştı grubun basçısı, İbrahim.
Ah İbrahim ah. Yıllar sonra, bir deri bir kemik, müzik yapma yasağına karşı yaptığı bireysel eyleminde, yenik düşmüştü ufalmış bedeni. Yalnızlık hissi bu kez de, bizzat grubun içinden hissedildi. 

Günlerden 6 Şubattı.. Sabah 6.35. Eşimin "deprem olmuş, Diyarbakır da Galleria yıkılmış, annemler sokaktaymış" haberiyle uyandım. İnternet üzerinden bilgi almaya çalışırken depremin şiddetini 7.6 olduğunu öğrendik. 2 saatten fazlaca bir zamandır ülkenin bir kısmının büyük bir sarsıntıyla uyandığını ve yıkıntı altında olduğunu farkettik. 23 yıl önce ülkenin batısı beşik gibi sallandığında atılan çığlıklar, bu kez güneyinde duyulmuştu.

10 il doğrudan etkilendi, ama özellikle 3 il, Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman neredeyse tamamen çöktü. 

Günler geçtikçe, bölgeden gelen haberler o kadar kötüye gitti ki... Haberlerin kötülüğü ile, devlet kurumlarının acziyeti arasındaki paralellik ya da ilişki, beynimin içinde uğultuya dönüştü... Gitgide büyüyordu bu uğultu... 

Adıyaman'da, eşinin ailesi in oturduğu apartmanın yıkıldığı, tüm ailenin enkaz altında kaldığını duyduk bir arkadaştan. Sonraki günlerde tam 14 kişiyi toprağa verdiler. Öyle ki bazılarını teşhis etmekte zorlandıklarını anlatıyorlardı. Başka bir arkadaş bu kez Hatay'da benzer bir durum anlatıyordu, gözleri yaşlı ve çaresiz. Yengesini fiziksel özellikleri ile teşhis edemediler örneğin. Tek teselli - ona da teselli denir mi bilmem- cenazeye ulaşabilmiş olmaktı, ve bir şekilde teşhis edilmesiydi. 

"Asrın Felaketi" diyerek propagandaya çevirdiler işi hemen ertesi gün. Önceliği kurtarma faaliyetleri yerine "sela" okumaya verdiler minarelerden ki, muhtemelen on binlerce insan kendi selasını dinledi enkaz altında. "İmdat" çığlıkları yankılanamadı da, sela sesleri yankılandı yıkılmış, "yalnızlık çökmüş" kentlerde. Enkaz altında yüreği kalmış bizlerin kulaklarında, beyninde, vicdanında... 

Derken alttaki görsel çarptı gözüme günler sonra. Yüreğime... Beynime... Vicdanıma... Kanıma dokundu bu çaresizlik ve yokluk hissi... Korku filmlerinde görülebilecek şehir yıkıntıları, bir kaç gün içinde normalimiz olmuştu bizlerin ama, yaşayanlarda silinmez acılara dönüşmüştü. O zaman anladım "yalnızlık çöken kenti".

6 Şubat 04.17 de yükselen çığlıklar yankılandı adeta... Bu sesin yankısı biter mi? 
Bitmez... 
Yarına kalacak 
ama, 
hiç bitmeyecek.

Saygılarımla

3 Ekim 2022 Pazartesi

Küfür


Star Wars filmini izlerken uyuya kalmışım.


Çok çok yakın bir zamanda, çok çok yakın (başka) bir galakside...

Müziğe düşmandı adam, sanatın her türlüsü  de anlamsızdı. Çünkü anlamıyordu. Anlaşılabilir olmalıydı sanat dediğin. Heykel dedin mi mesela, çatal ucunda sosis güzel bir heykel olurdu da, farklı açılardan bakıldığında farklı anlamları olan, Yeşil ve Mavinin dengesini anlatan bir heykel, "UCUBE" olarak nitelendirilebilirdi. 

Şaraptan hiç haz etmezdi. Üzüm olarak yenmeliydi ama, o kırmızı su da neydi?  Özünde her şeye düşmandı. O kadar ki, herhangi bir tatlı yerken bile yüzü ekşirdi. Herkesin eliyle sevebildiği uçabilen kanatlı türleri, kapalı ışın kılıcını dürterek sevgisini gösterirdi.

                                                DALL-E tarafından üretilmiştir.


Binlerce yıl önce, diğer tarafın kutsal seferlerindeki vandallığın benzerlerini, şimdi kendi tarafındakiler, üstelik kendi gezegenlerindeki halklarına yapıyorlardı. Çok bir laf etmiyordu bu duruma. Ki yıllar önce, müziğe düşman olan, desteklediği bir kitle, galaksi tarihinin en vahşi cinayetlerinden birini işleyecekti topluca. Bazıları cinnet diyecekti bu organize işe. Kendisi de olayın araştırılmasının sonlandırılmasına "hayırlısı olsun" diyecekti.


Önceleri onun gezegeni, kendi kendine yetebilen bir gezegendi her anlamda ama ne hikmetse ona ve onun türüne bir türlü yetemiyordu. Bir ara geçmişinde sahte parmak izi ayarlayarak seyahat etme imkanı sağlamıştı ülkeler arasında yancılarına ama tabii ki bedava değil. Yakalanmıştı da boşverilircesine davranılmış, adeta mükafatlandırılmıştı. Universal Kredi yada takasa konu malın kokusunu nerede olsa alırdı. Tabii ki her işten karlı çıkardı, cin fikirliydi.
Bu kadar cin fikirlilikle, artık yönlendirilmekten yönetmeye geçmek istiyordu tebaasını. Önce Gezegenin en büyük devletinin generalliğine soyundu. Maviler bir kaç farklı tonda savaşınca, tek yeşil olarak kazandı. İşte tüm hikaye buradan sonra aldı yürüdü. 


Yanına gangsterler, Jawa'lar, Sith'lerin olmamışları ve benzeri bir kitle topladı. Devamında önce olamamış Sithlerin mağduriyetini dillendirdi. Çok yandaş buldu kendine, bir süre sonra olmuş Sithler'de ona döndü yüzünü. Gerçi bir kısmı "ne çirkin yiyor bu adam tatlıları yaaa" demişler bir rivayete göre.


Sonra galaksinin sakinlerinin tepkisizliğinden faydalanıp, hem Sith Lordu ilan etti kendini, hem de tüm halkın babası. Yıllar önce adlarını duyduğu Anakin, Luke, Yoda ve bilimum kahramanın yerinde kendini de görmek istiyordu. Önce bir kısmını kötüledi herkese. Sonra Jabba nın mağduriyetini anlattı mesela. Ama yetmiyordu. Bir bahane bulup hiç sevmediği müziği de yasaklasa ne güzel olacaktı, ve hatta şarabı. Bir de Dünya diye bir gezegende, kızlı erkekli öğrenim görüldüğünü duymuştu ki, aman tanrım...


Elinden geleni ardına koymadı bu kızlı erkekli eğitimin yapısını bozmak için. Devamında şarap dağıtımının önüne geçmek için var gücüyle çalıştı. Üniversal Kredileri düzenleyeceğim derken, bir anda fakirleşti galaksisi, ama on sorsanız herşey güllük gülistanlıktı.


------------------------------------------------------
Kış geliyor ve havalar soğudu. Üzerim açık yatmışım. Kabustan saat 4 te uyandım. Uykum vardı, sürüne sürüne yatağa gittim, telefona bir göz atayım dedim çok uykum olmasına rağmen... Sosyal medyadaki haberi görünce kanım dondu. Ankara'da bir müzisyen, istek parçasına "bilmiyorum" diye cevap verdiği için, 3 kişi tarafından saldırıya uğramış ve maalesef yaşamını yitirmişti. Detayları okudukça uykum daha daha bir kaçtı. Çok vahşi ve planlanmış bir cinayet.  


- Yan mı baktı bana o?
- Ne demek bana böyle cevap vermek?
- Haklıyım ve güçlüyüm, her istediğimi yaparım.
- Çok mağdur edildim, herkese her şeyi yapma hakkım var.
- Ben böyle istiyorum, diğerleri umurumda değil.
-Sana mı soracağım ne yapacağımı?
Toplumda son yıllarda çokça duymaya başladığımız kaba saba magand ifadeleriydi bunlar.
Ooooofff off.

Ahmet TELLİ'nin YENİLDİK şiiri geldi dilimin ucuna.


Çöl ve moraran cesetler, rüya 
Kâbusa dönüyor cinnet saatidir 
Coğrafyanın bu yakasında bir halk 
Kendi oğullarını boğazlıyor artık 
Kûfi bir cesaret oluyor cinnet 

Cinnet... Yaşananları anlatmak için fazlaca masum bir ifade.
Önce keskin bir şekilde erkek egemen hale getirilen anlayış.
Bir şekilde meşrulaştırılan ve sonrasında desteklenen suç ve suçlular.
Buna paralel kanuni düzenlemelerle basitleştirilen silahlanma.
Hukuksuzluğu yücelten yaklaşımlar ve hukuksuzluğun toplumun geneli tarafından içselleştirilmesi, yada hukuka olan inancın kaybolması.
Sonrasında, bu olay özelinde istek parça ve ret cevabı, ardından gelen vahşilik.
Reddetme özgürlüğü herkes için olduğu gibi, reddedilme ihtimalinin de benzeri bir karşı taraf özgürlüğü olması, öfkeyi körükleyici yanının olmaması gerektiği noktasına eğitimle mi gelinecek?...

Olaya karışanlardan biri TAI de mühendis.
Diğerleri çalışma bakanlığında iş müfettişi...
İkisinin adam yaralamadan sabıkası da var diye duydum radyoda bugün. Bu kurumlarda çalışamamaları lazım normalde.

Herkeste aynı yorum tabii: Her yere torpille adam yerleştirdiler...

Başka türlü bir de ironi var bu olayda:
Müzik / sanat düşmanları ve aynı zamanda içki düşmanları tarafından desteklenerek bir yerlere gelmiş gangster özentisi üç kişi, alkollü bir mekanda müzik dinliyor ve devamında müzisyeni öldürüyor.

Sebep sonuç ilişkisi bakımından yalnızca torpillilerin bir yere gelmesi ve suça teşvik edilmesi sonucu olarak öldürülen bir müzisyenden bahsedebiliriz ama, doğru olmayan sebep sonuç ilişkisi, farklı noktalara götürebilir işi.

Yok yok olamaz. Bu CİNNET değil...
Bu olsa olsa bilincin zamanda geri gitmesi, orta çağa varması.
Uzaya çıkacaktık elimizi kolumuzu sallayarak, teknik meknik hakgetire, ama bilincimizi orta çağa ışınladık.

Uyuyamadım bir türlü sabahın 7.30 una kadar. Şimdi saat gece 01.00, ve hala uykum yok tüm günün yorgunluğuna rağmen.


Yine Ahmet Telli den gelsin o zaman:
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.

Diyor ya şair bu şiirde: Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa...
Yıkılmıyor bu karanlığın ve sabit fikirliliğin duvarı.
İki küçük çocuğumu, iyi insan olarak yetiştirmek istiyorum da, ne kadar iyi kalabilirler, ne kadar sağlıklı büyütebilirler içlerindeki çocuğu, ne kadar inandırıcı kalabilrim onların gözünde iyi insan olmaya, kötülüklerden uzak tutmakta, kesitrmekte çok zorlanıyorum.

Çok kaygılıyım çok...


😔😢



1 Ekim 2022 Cumartesi

Bergen - İran Paralelliği Üzerine

Çok yoğun ve yorucu bir hafta, en azından kağıt üstünde bitmişti işte. Her ne kadar yarın gitmeyi planlamış olsam da işe, haftanın yoğunluğu azalıp, nispeten sakin bir hafta sonu gelmişti. Genelde böyle yoğun geçen haftalarda cuma akşamlarını, çilingir olmasa da, ufak çapta keyif verici bir rakı sofrasıyla şenlendiriyorum.

Bu düşünce ile atladım arabaya, radyoyu açtım. Radyoda çok tanıdık bir ses, melodisi yabancı olmayan, ama çok ta aşina olmadığım bir parçayı seslendiriyordu. Işıkta durduğum anda, telefon uygulamasıyla şarkıyı dinleterek kim olduğunu, şarkıyı bulmaya çalıştım. Uygulamada çıkan parça, dinlediğim parça değildi. Daha doğrusu söyleyen o değildi. 
Çocukluğumuzda belleğimize "acıların kadını" olarak kazınan Bergen' di benim bulduğum parçayı söyleyen.

Saçları ile tek gözünü kapatan arabesk - fantezi şarkıları söyleyen kadın. Gerçi bu coğrafyada sayıca çok azdı "acıları" olmayan kadınlar. Eve gelince şarkı adıyla internet taraması yaptım. Aşağıdaki görsel çıktı karşıma.


Melek Mosso, genel olarak yorumunu beğendiğim bir şarkıcı. Parça mükemmel olmuş onun sesiyle. Onu da buraya bırakayım. Dinlememiş olanlar da dinlesin:

Şarkının sözleri daha da bir manidar:

Öyle bir dünya bu vefadan yoksun
İsterse kainat servetin olsun
Düştüğün yerlerde sen artık yoksun
Düşeni götürür, yollar affetmez
Yoluna halılar serilir sanma
Uğrunda ömürler verilir sanma
Değerin, kıymetin bilinir sanma
Gideni götürür, kullar affetmez

Sanki genel anlamda bahse konu vefasızlık, erkek egemen toplumun bir sonucu gibi. Bu egemenlik o kadar derin ki, İngilizce 'de "tarih" kelimesinin karşılığının "history" olmasının nedenini "hikaye" olduğunu hatta "erkeklerin hikayesi - His Story" den oluşturulduğunu anlatmıştı bir programda ünlü tarihçi Murat Bardakçı.
Dedik ya bu coğrafyada sayısı çok azdır herhalde bir şekilde acıyla yüzleşmeyen kadın. Yani sırf kadın olması nedeniyle acıyla yüzleşmesi bahse konu olan. Acısı az yada çok. Bu arada, az önce hayat hikayesini detaylıca okudum Bergen'in de, yine dedim ki "AHHH AHHH". Marx'ın devlet tanımını yüzünüze tokat atarak adeta, dibine kadar hissetmiş olduğunu görürsünüz hayat hikayesinde.

Telefonu elime alınca - artık bağımlılık boyutunda olan telefonla ilişkimde - twitter üzerinden haberleri gözden geçirmeye başladım. İran'daki protestolar ve rejimin tutumuna ilişkin haberlerle karşılaştım.

Ülkesindeki zorbaların, uzun yıllardır dayattığı başörtüsünü düzgün takmamasını bahane ederek karakola götürülüp, hayatını kaybeden Masha Emini haberi tüm dünyada geniş yankı bulmuş, İran' da çok büyük bir özgürlükçü kadın hareketine ve sokak eylemlerine dönüşmüştü geçtiğimiz iki hafta içinde. Kardeşinin cenazesinde saçlarını kesen kadın videosu çok can yakıcıydı. 

Çok basit bir ifadeyle, başka yönetimlerde kendi sakallarının varlığı için "mücadele" veren İslami Misyonerliğe soyunmuş erkekler "kılla tüyle niye uğraşırsın" savıyla konuyu basitleştirebilirken, mevcut yönetimde kadının "kılı tüyü" nü çok ciddi bir problem olarak gündeme getirebiliyordu. Üstelik, örneğin 28 Şubat döneminde ülkemizde, üniversitelerdeki Başörtüsü - Sakal yasağı özellikle Sol yada Özgürlükçü kesim tarafından hiç bir şart - gereksinim ortaya sürmeden desteklenmişti, ve İran'da da Şah rejimine karşı özgürlük hareketi olarak doğmuş ve destek almıştı mevcut zihniyet.

1979 yılında, yani tam 43 yıl önce iktidara gelen zorbaların öncesini yalnızca fotoğraflardan görebilen gencecik kadınlar, hiç yaşayamadıkları özgürlüğün de hasretiyle, öfkelerini sokaklara çıkarak tüm dünyaya duyurmaya çalışıyor. Hayatın içinde hasreti hissedilen şeyler genelde hiç yaşanmamış olanlardır. Hiç yaşanmamış olanlar, hasretle beraber bir tutkuya dönüşür. İran'daki özgürlükçü kadın hareketinin içinde olanların büyük çoğunluğu da, hiç yaşayamadıkları özgürlüğün hasretini, tutkuyla birleştirmiş olanlar. Tabi ki eskiden ülkelerinin nasıl olduğu hakkında fikir sahibi bu kadınlar aynı zamanda.

1979 öncesi çekilen bu fotoğraf ne kadar büyük bir değişim yaşandığını gözler önüne sermeye yetiyor. 

"Özgürlüğümüz kısıtlanıyor" savıyla popülaritesini artıran ve belki de fotoğraftaki kadınların da desteğini alan kitle, yaşam tarzına müdahale edildiğini iddia ederek mağdur edebiyatıyla kitleleri etkilemiş ve bunun sonucunda, önce yönetimi devirerek kendi ideolojisinde bir yönetimi ülkeye dayatmış, sonrasında ise kendi gibi olmayan herkesi hain ilan eden bir zihniyetle ülke yönetimini tamamen ele geçirmişti.

Bu tarzda, teokrasiyi ön plana çıkartan ve bilimsellikten uzak yaşayan / yaşatan yönetimler, "cahil özgüveni" olarak tabir ettiğimiz bir özgüvenle her şeyi çözebileceğini düşünürken, uluslararası toplumda yalnız kalıp, bilimselliğin gereği olan sebep-sonuç ilişkisini de yanlış kurunca, "bizi kıskanıyorlar" mantığı ile her olaya yaklaşmaya başlar. Tarihte örneği çoktur. Devamında kendini çok güçlü zannederken bu yönetimler; örneğin en önemli komutanı, upuzun bir konvoy içinde tespit edilip yok edilir de, başka kimseye bir şey olmaz. Misilleme amacı ile cevap vermeye kalkınca da başka bir ülkeye ait sivil uçaklar düşürülür örneğin, üstelik kendi hava sahasında ve daha yeni havalanmışken.

Benzeri bir durumu örnek olsun diye dile getiririm hep. "Yerli uçak yapacaksınız ama, İmam Hatip Okulu açıyorsunuz Meslek Lisesi yerine. Herhalde uçaklar dua ile uçacak."

Sebep - Sonuç ilişkisini bilimsel temellere oturtmak ve bilimi ön plana çıkartmak önemli.

İran'da gördüğümüz protestolar, Dünya tarihinde önemli yer tutacak konumdayken önümüzdeki yıllar için, bizlere de neyle karşılaşma ihtimalimiz olduğunu örnekleriyle gösteriyor.

Bahsettiğimiz 28 Şubat sonrası süreçte, Başörtüsü - Sakal konusunda destek verirken karşıt kitleye, örneğin "sen benim içkim - kıyafetim konusunda net misin arkadaş?" sorusu çok gelmemişti aklımıza. (En azından benim aklıma)
Ki şimdi karşı karşıya kaldığımız Siyasal İslamcıların ne kadar özgürlük meraklısı olduğu/olmadığı çok çok net okunuyor - görülüyor.

Gerek bireysel, gerek toplumsal, özgürlüğümüzün kıymetini bilelim. Buna paralel, en çok ta kadınların daha özgür olması gerekliliğini fark edelim ve fark ettirelim.

Neşet Ertaş şarkılarından "Çiçekler Ekiliyor" geldi dolandı dilime. Ne güzel bir türkü dedim. 

İran'da erkekler kadınlarla birlikte sokaklarda şu anda. Bu türkü de İç Anadolu'da, Ege'de, Akdeniz'de tarlalarda kadın - erkek yan yana çalışanları getiriyor gözümün önüne. 

Hayat...
Her daim müşterek, her daim iç içe. Her daim özgür ama her daim sınırlarla - saygı ile- çevrelenmiş, ve doğru sebep - sonuç ilişkileri üzerine temellendirilmiş (olmalı).... Her parçanın aslında bir bütünü oluşturduğunun farkına varmalı.
Hem birbirimizle, hem doğayla....

Saygı ve Sevgilerimle....
  

19 Eylül 2022 Pazartesi

GANYMEDE

Gözlerini açtı karanlık odada. Eşi ve çocukları uyuyordu. Saat 02.18. Uyku kaçmıştı gene sebepsiz.

Çıkıp yürüse, belki regülatör'e gidecekti. 9 km ötede, nehir kenarına. Hava zemheri ayazı. - 12 belki. Ama buz gibi suda yüzebilirdi belki.

Neydi uykularının kaçmasının sebebi? Bu kadar huzursuz eden neydi? Gecenin bir yarısı çok uykusuz ve yorgun olması gereken bir saatte uyanıp, kış günü buza atlama isteği?

Bir kaç gün önce araba ile çevreyolunda ilerlerken, eşi ile bir şeyler konuşmuştu. 
Aynı anda, fabrikada yöneticisi ile bir konuşma gerçekleştirmişti arka planda - hayalinde-,  ve 4 gün önce kavgaya karışan çalışanlarla da tutanak tutma ve savunma alma öngörüsü düşünmüştü. O esnadaki konuşmalar vs... 

4 iş aynı anda oldu, 4 çekirdekli bir bilgisayar gibi. 
Araç kullanma, eşi ile konuşma, yönetici ile diyalog kurgusu, çalışanlarla diyalog kurgusu. 
Peki ama hangi yoldaydı şu anda? Az önce ne demişti eşi? Fabrikadaki olaylar için ne söylemeyi geçirdi aklından? Radyoda hangi müzik çaldı? Çocuklar neler söyledi arka koltukta? 

İnanamadı o an.. Bu 4 olay ve beraberindeki çevresel faktörler... Hiç biri yoktu aklında... Araç ilerlemeye devam ediyordu.... O kullanmıyordu sanki, ama herşey normal seyrinde ilerliyordu... 

Vitesin önündeki su şişesini açıp su içti yavaşça. Sağ şeritte gitmeye başladı. Karısını ve çocuklarını süzdü göz ucuyla. 

Zeki Demirkubuz'un Yazgı filmindeki ana karakter Musa kadar donuktu dışarıdan bakılınca... Bir o kadar tepkisiz. Ama içeride fırtına.. 

Kıyıda gel-git e maruz kalmak gibi değil, deprem sonrası tsunami yaklaşması gibi bir duygudurum.

Interstellar filmindeki su gezeninde, 1 karış suyun içindeyken, su dağını görüp, o anda donmuş gibi... Zaman durmuş, dev dalgaya bakar gibi... 

Herkesle kavga etmek istiyordu, evire çevire dövmek istiyordu herkesi de, kimse düşmanı olmasın, herkes onu dinlesin, her dediğini kabul etsin, onu sevsin istiyordu. 

Eve geldiler... 
Eşi yardım istediği konuları anlattı. Çocukları hangi oyunları oynamak yada kitapları okumak istediklerini. Duydu hepsini ve cevap ta verdi de, ne demişlerdi acaba ve ne cevaplar vermişti onlara. 

Karanlığın içinde, tüm ailenin nefes alışlarını dinledi tek tek. Ne güzel uyuyordu herkes. Tuvalete girdi. Telefonu ile tuvalete oturdu...

Kendi kendine... Ama kendi'siz. Yalnız bile değil. 

Adeta bir hiçlik.... 
Çıkıp mutfağa geçti. Bir bardak su içti. 
Su;
Yaklaşık 20 milyon yıl boyunca dünyayı vuran kozmik bombardıman, ve sonucunda varoluşun yada Dünya'da ki hayatın en temel maddesi. 0 derecenin altında buz, üzerinde sıvı. Altında katı, sert, üzerinde "cıvık". 
4 derecede en küçük te, diğerlerinde hep büyük. 

Okyanus olmayı hayal ederken çocukken, göl bile değil gibi görüntü vermişti kendi puslu aynasında çevresindekiler kendine. Kenara çekilmiş, aynayı izler gibiydi sanki. 

Dünyada bir okyanus kadar etkin olmayı hayal ederken, uzak bir gezegenin uydusundaki buzul okyanusu gibi olmuştu adeta. Varlığının farkına bir şekilde varılmış ama, doğrudan etkisi olmayan. 
Çok uzaktan gelinip keşfedilmeyi bekleyen adeta.. 

Nerede acaba bu Voyager? 

27 Temmuz 2022 Çarşamba

Salıncak

Adam parka geldi
Kızıyla
Kara kaşlı, kara gözlü,
4 ya var ya yok,
Kalabalık park, mevsim yaz
Akşam serinliği var, fırsat bu fırsat
Mahallede 4 cami var, 2 park
Okul desen 1 tane

Adam ezelden sessiz
Herhalde 40ında
Kızı ise bıcır bıcır
Anlattıkça anlatıyor
Dedim ya 4 ya var ya yok

Bebeğini getirmiş, oyuncak
Salıncakta sallayacak
Unutmuş meğer bir gün önce
"Evde kaldı getirelim" demiş
"Şimdi geç oldu sonra" demişler. 
Bükmüş dudağını kızcağız

Salıncak boş, tam bebek sallamalık
Başlıyor bizimki küçücük bebeğini sallamaya
Salıncak bu, bir nevi oyuncak
Oynuyor işte yavrucak

Park kalabalık
Bir kadın gelmiş, oğluyla, 
"Benn doğurdummmm" gururuyla, 
3 ya var ya yok oğlan
"Salıncak boş" diyor, 
Oğlandan talep yok ama, sallansın ister anası
Hop oturtuyor oğlanı
Oyuncak bebeği indirerek

Kızcağız baktı şaşkın şaşkın... 
"Neyse kaydırayım kaydıraktan" dedi
Kaydırdi 2 kez. 
4 ya var ya yok

Gürültülü kadın, çok gürültülü
Dedik ya adam ezelden sessiz... 
Garipsedi durumu ama, 
İfade edemedi bir türlü
İçini kemirdi durdu öfkesi... 
Kemirdi, Kemirdi, yedi.... 

Gürültüye mi yenildi? 
Patlamayan öfkeye mi? 




23 Temmuz 2022 Cumartesi

REÇETE

Öyle bir kitle ki, arsızlıkta her geçen gün yeni bir çığır açıyor. Daha kötüsüne evrilmeyipte, biterse eğer bu zoraki karartma, yapılması gereken ilk iş "Rehabilitasyon ve Yeniden Yapılanma Bakanlığı" kurmak olmalı. Tüm bakanlıkların üstünde ve yönetimin merkezinde bulunmalı. Tamamen -sürekli olarak dile getirdiğimiz- liyakat esasına göre ve uygun bir yapılanmayla, "eşitlik ve emek" dışında hiç bir kırmızı çizgi koymadan; tüm çökmüş, kokuşmuş, kurum, kanun, kuruluş, kişi... ne varsa rehabilite etmeli, ve 3 - 4 yıllık bir hedefle, imar, çevre, eğitim, sanayi, sağlık, spor... Aklınıza ne gelirse onararak, misyonunu tamamlayarak ülkeyi eski güzel haline döndürmeli.


Torba kanunları ele almalı bir birim mesela, bir başka birim eğitimi... İnsan faktörü işin içinde olacak, o nedenle günlük bilgi verilmeli halka. Neler ne şekilde çökertilmiş, ne şekilde tedavi edilecek.


Bir haber okudum az önce:
"Gezi zamanı camiler yakıldı" demiş bir muhterem vatandaş. "İçki içtiler" de denmişti de, doğrudan cami hocası yalanlamıştı. Şimdiki iddia da itfaiye tarafından yalanlanmış. 10 yıl geçti de üzerinden, halen korku unsuru anlaşılan... O günlerdeki iddiaları da hatırlayınca, ayrı bir birim nasıl dezenformasyon ve yalan haberlerle toplumu ikiye bölmüş gözler önüne sermeli.

Ne demiştik o günlerde:
"Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz..."
Ali İsmail'i kaybettiğimiz bu şehirde, şehrin en azından 100 - 150 yıllık geçmişinde gelişen bir arada yaşama kültürünü, paylaşımla arttırarak, süregelen karanlığı göğüslemek gerekiyor, ve bu anlayışı tüm ülkeye yaymak. Git gide kitlesel olarak fakirleştirildiğimiz bu ortamda ortaya çıkan fakirliği paylaşmak gerekiyor. Birisinin çıkıpta "daha az simit yeriz" martavalı gibi bir şey değil kastettiğim. Fikret Kızılok'un "Hesap Vakti" adlı eserindeki gibi: "Zenginliği paylaşmakla fakirliği paylaşmak ayrı ayrı şeylerdir." 5li çete ve avaneler zenginlik paylaşmaya çalışırken, var olma - ayakta kalma savaşı veren kişi, meslek grubu, dükkan vs... daha fazla desteklenmeli imkanlar dahilinde.
Kurtuluş yok tek başına...

Elektrik zammına itiraz edemiyorsan örneğin, berberinin fiyat artışına hayıflanma hakkını sorgulaman gerek. Akaryakıt artışlarını sessizce izliyorsan, karpuzun geçen sene 1 TL iken bu sene 5TL ye çıkmış olmasını da içine sindirmen ve sorgulamaman gerek. Sadece canın yanmış hissettiğin için artık hukukun kalmadığı ortamda, çıkıp "Hukuki hakkımı ararım" şeklinde söylemde bulunmak, oldukça trajikomik bir hal oluşturuyor.


Ahmet Telli nin dizeleriyle noktalayalım "giderlerse gitsinler" sözlerini de anımsayarak:

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir 
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağanak patlasa 
Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem 
Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü 
İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne 
Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz 
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...


Fazla karışık olmuş olabilir.  😊 İdare edin.
Sevgilerimle