Bu Blogda Ara

9 Eylül 2025 Salı

Su'dan Sebep

Meşhur paralel kilise baskını girişiminden sonra gücünü ve despotluğunu daha da arttıran Kral Taywerd derebeylerini toplamış, anlatıyordu gene artık gelenekselleşen ay başı toplantılarında yaptığı gibi. Derebeyleri saraydaki aylık toplantılara artık daha büyük arabalarla geliyor, daha fazla ürün ve altın getiriyorlardı vergi olarak. Taywerd'in ülkesinde derebeyleri bölgelerinde kral Taywerd adına vergi toplarken, halkın sefalete mahkum olmasını, açlıktan kırılmasını hiç önemsemiyorlardı. 

Canı isterse siyaha beyaz derdi kral. Derebeyleri alkışlardı. Görevleri de vardı tabii: Tebaalarına da siyahın beyaz olduğunu anlatmak. Düzen iyiydi, derebeyleri zenginleşecek, Taywerd'i de zenginleştireceklerdi. Orman yangını, maden göçüğü, salgın hastalık gibi felaketlerde sarayından çıkmayan Taywerd, sonrasında vergi artırımına giderdi. Kısa dönemde bazı derebeylerini düşman ilan edip diğerleri ile dost olurken, menfaati tersine dönerse, hemen düşmanla dostu yer değiştirirdi. Günü kurtarmak için iç düşman da yaratabilirdi, bir komşu ülkeye fiziki etkisi düşük, siyasi etkisi görece büyük bir saldırı da düzenleyebilirdi. Herkes düşmandı aslında. Sadece o isterse atağa geçer, istemezse dost gibi davranırdı. 

Tahtında oturmuş karşısında duranlara anlatıyordu:

Neymiş? Su bitmiş. Neymiş, doğal kaynaklar heba edilmiş... Ya hu su dediğin gökten gelir. Yağmur yağar, kar yağar, kuyular dolar, nehirler göller yükselir, alırız kullanırız. Nedir yani bu yaygara?

Hem su doğal kaynakta, kazılan çukurlardan çıkan taşlar yapay kaynak mı? Yoksa siz mi kaypaksınız? Hep sudan sebepler.  

Maden için ağaç kestirmeyecekmişiz. Su bitermiş. Toprağı kazıyor altın çıkartıyor adamlar. E nasıl kazacaklar toprağı ağaç varken? Olur mu? Hem altın çıkartmak için para veriyorlar bize. Paramızla su alırız komşu ülkelerden. Uygun fiyatla da size su veririz. Kömür de çıkarıyorlar. Ne yakacaksınız kışın? Hem bakınız bir çoğunuz bilmez ama tüccarlara bir sorun, çölle kaplı ülkeler var. Onlarda hiç su yok, onlar nasıl yaşıyor? Bu eski kafalılıktan kurtulamadılar. Ama Taywerd burada oldukça, bu can bu bedende durdukça, o kafalar da değişecek. 

Bir de tutturmuşlar "üstü altından değerli". Bak! Lafebeliğine bak! Bu kelime oyunlarını yer miyim? "Altını çıkartmak için suyu harcadı" diyor cibilliyetsiz. Süblinimal mesajlar, bel altı muhabbetler. Bunların aklı afedersiniz hep uçkurlarında. Üstünü giyer konu biter derim ben de? Biz de de var böyle laflar. 

100 yıl önce madenlerinizden haberiniz yoktu. Şimdi bizimle madenlerimiz çıkartılıyor. Bizden önce değirmen mi vardı? Herkes evindeki taşlarla öğütürdü buğdayını. Şimdi büyük değirmenlerde un yapılıyor, ekmek oluyor o undan. Bunu kim yaptı? Biz yaptık. Önceki krallar yapamadı. Neymiş? Değirmenle çalışan çarktan taşınan suyun çoğunu madene harcamışlar, halka su kalmamış. Laf... Hep algı yönetimi. Yahu madenden toprağa karışıyor su. Siz bana mı anlatıyorsunuz madeni, ekolojiyi, ekonomiyi, sosyolojiyi, "piskolojiyi"? "Piskokog" da benim ekonomist de. Adamın aklını alırım!

Krallığımız zenginleşiyor. Hamasetle, siyasetle bu işler yürümez. Yükselişimiz durdurulamaz! Bu arada kuzey dağlarında yanan büyük ormanlar için ek vergi koyduk. Tarihin gördüğü en büyük yangın olduğu için söndüremedik ama "Deo Gratias*" tebamızın gönül zenginliği sayesinde yeniden canlandıracağız. Tabii hazır ağaçlar yanmışken oradaki kömür ve taş ocaklarını da büyütüp, arındırıp ondan sonra yeşillendireceğiz.

Konuşmasını sürdürdü:

Bizden önce özgürlükte yoktu. Bir tutturmuşlardı "herkes kapısının önünü temizlerse..." Bakınız, su bitti diyenle, kapının önünü temizle diyen, yani su harca diyen aynı zihniyet. Ya hu isteyen istediği yeri temizlesin, isteyen kirletsin. İnsanın fıtratı zaten kirletmek üzerine. Yiyecek ve su tüketiyorsun. Yani doğal kaynak. Sonra ne yapıyor bunları vücut?Atıyor. Nasıl atıyor? Anladın? (En çirkin haliyle göz kırptı)

Artık isterseniz başkasının kapısının önüne isterseniz çok afedersiniz sıçabiliyorsunuz. İşte bunlar hep özgürlük. Kim verdi bunu? Taywerd verdi. İşte kardeşlerim Taywerd sizi her durumda özgürleştiriyor. Ha tabi "benim kapımın önünü pisletiyor" diye kimse kimseyi kolluk kuvvetlerine şikayet edip, meşgul etmesin. Kendi problemini herkes kendisi çözsün. Kapısında nöbet tutsun. Gerekirse kabakuvvetle engel olabilir. Burası özgür bir ülke. Bu arada ilave bir temizlik vergisi de koyduk. Aydan aya toplayacağız.

Daha önce yaşadığı kaygılar, kilise baskını girişimi sonrası yükselen otoriterlik sonucu artan güç, kendini güç zehirlenmesine evriltmişti. Öyle ki, kimisi "ilah" yerine koyduğunu söylerdi de, gülüp, kendi kendine "e ne sandın ki" minvalinde sözler ederdi. Ona göre tarih Taywerdian dönemini altın harflerle yazacaktı. Kainatın tarih boyunca gördüğü en ileri ülkesi olduğundan hiç şüphesi yoktu. Yoksulluk, sefalet, felaketler, bir halk için olabilir şeylerdi.

Ne bilimde, ne sanatta, ne teknikte adı geçen bir kişi bile yoktu ülkede ama, gözü boyanan halkta uçuyoruz diyordu. Yıllar sonra torunlarının soruları karşısında yüzü kızarıp o günleri unutmak isteyeceklerinden, tarihte görülmüş bu en büyük ihanetlerden birinin parçası olarak "uçurumun kıyısından döndük" diyeceklerinden tamamen habersizce.


 *Latince: Tanrıya Şükür

6 Ocak 2025 Pazartesi

Ressam

Cami avlusunda toplasan 50 kişi anca vardı. Leyla babacığını son yolculuğuna uğurlamak üzere tabutunun başındaydı.  Göğsüne babasının doğum ve ölüm tarihi yazılı resmini iğnelemişti. Resmi görenler şaşkınlık içerisinde tekrar tekrar bakıyordu. Gözleri açık ve gülümser şekildeydi, gerçek olamazdı ama çok gerçekçiydi. Yapay zeka aracı kullanarak babasının sağlıklı halinin portresini yapmıştı. 

Daha çok Leyla'nın iş arkadaşları vardı. Aileden dedesi, amcası ve babaannesi de Leyla'nın yanındaydı. Uzak köşede annesi Vildan'ı da gördü ama, ne annesi yanlarına gelebildi, ne de onlar Vildan'a seslendi. 

Ercan Eskişehir'de Makine Mühendisliği bölümünü bitirip, Karabük'te demir çelik fabrikasında bakım mühendisi olarak işe başlamıştı. Vildan'la da burada tanışmıştı. İki yıl sonra evlendiler ve bir yıl sonra da Leyla'yı kucaklarına aldılar. Ercan, daha iyi imkanlara sahip olması sebebiyle kızını Eskişehir'de büyütmek istiyordu. "Okul çağına gelmeden Eskişehir'e taşınalım" diyordu ama Vildan hiç bir şekilde yanaşmıyordu bu isteğe. 

İş yerinde de git gide yükselmiş, baş mühendis olmuştu Ercan. Leyla da artık 5 yaşına gelmiş, babası işten gelince onunla oyun oynayıp, babasının yorgunluğunu almaya başlamıştı. Bakım işi zordur, üretim bir arıza nedeniyle aksadı mı, ekip arızayı giderip sistemi tekrar devreye alana kadar fabrikadan ayrılamaz kolay kolay. Haddeleme tezgahlarından biri saat 16.45 sıralarında arıza yapmış, tüm ekip Ercan liderliğinde makine başına inmişti. Gece saat 2.30 a kadar çalıştılar. Sonunda makine devreye girdi. Büyük bir yorgunlukla ama işi yoluna koymanın verdiği iç huzurla ekibine teşekkür etti Ercan. Son kez üretimi ve ürünü yakından görmek istedi. 

Çıkan ürüne ve hadde kalıplarına çok yakın duruyor ve prosesi inceliyordu ki, hadde kalıpları nın arasında sıkışan profil bir anda mermi gibi fırladı. Ercan yüzünü tutarak yere yığıldı. Çok fazla kan vardı etrafta. Hemen hastaneye kaldırdılar. Yaklaşık 1 ay hastanede kaldı. 
Kaza sırasında sıcak metal profil sıkışınca iyice eğilip sıkışıklığa bakan Ercan'ın gözlerini ve bir miktar burun kemiğini alıp geçmişti mermi gibi fırlayan demir. Gözleri tamamen kör olmuştu. Artık çalışması imkansızdı.

Babası ve erkek kardeşi çıkarttı hastaneden. Arabanın arka koltuğuna oturttular. 1 saat geçmiş olmasına rağmen hiç birşey söylemeden yolculuk devam ediyordu. En sonunda Ercan, "benim ev bu kadar uzak değildi?" diye girdi lafa. 
Babası "Eskişehir'e gidiyoruz" dedi. Bir süre sessizlik oldu. Ercan üsteledi. Vildan ve Leyla'yı sordu. "Böyle olması hayırlı abi" dedi erkek kardeşi. Bir süre sonra uyuyakaldı Ercan.

Babası kazayı duyup geldiğinde, Vildan görüşmek istemedi. Sonrasında eve buyur ettiğinde anlaşıldı durum:
"Daha 27 yaşındayım. Bütün bir ömür kör bir adama bakamam ben. 7 yılı yaşamadım sayarım. Çocuğunu da alın gidin" dedi kayınpederine. Leyla da duymuştu tüm bunları. Hıçkıra hıçkıra ağlamıştı odasında. 

Eskişehir'de ki evlerine vardılar. Kardeşi Ercan'ı eve çıkarttı. Salonda koltuğa oturttu. Annesi ağladığını belli etmemeye çalışarak mercimek çorbası koydu önlerine. Çorbayı içtiler. Bir süre sonra Leyla geldi. Ercan kucağına aldı Leyla'yı. Saçlarını okşadı. Kokladı. Sonra ellerini yüzünde gezdirdi. Adeta yüzünü taradı. Öptü kızını. "Gözlerin ne zaman iyileşecek baba?" diye sordu Leyla. Yüzü bembeyaz olup kucağından indirdi kızını. Kardeşinin yardımıyla odasına geçti. Kardeşi yatağın yerini ve sandalyeyi dokunarak işaret etti. Masa vardı bir de. Kurşun kalem ve kağıt istedi Ercan masasına. 2 saat kadar kaldı odasında. 

2 saatin sonunda kardeşini çağırdı odaya. Kağıda Leyla'nın yüzünü çizmeye çalışmıştı. Kardeşi çizimi görünce gözyaşlarını tutamadı. Gerçekten harika bir portre çizmişti. 

İlerleyen zamanlarda resim çizerek hayata tutunabildi Ercan. 
Kendisine anlatılan manzarayı, nesneyi, tasvir edilen bir olayı karakalem resim ile kağıda döküyordu. Babası da emeklilikten sonra adliye yakınında çay ocağı işletmeye başlamış, orada sergilemeye başlamıştı bazı resimleri. Bir süre sonra namı şehirde duyulmuş, Belediye desteği ile resim sergileri düzenlenmişti.


Kardeşi ile zaman zaman Liberty' de bira içerlerdi. "Ağlayamıyorum da ama en kötüsü Leyla'mı görmemek. Dokununca görmüş gibi oluyorum ama, görmek gibi değil neticede" demişti bir seferinde. İçine doğru ağladığı çok belliydi. 

Bu içine ağlamalar zamanla kalbini çok yormuştu. Daha 54 yaşındayken geçirdiği kalp krizinden sonra hastaneye kaldırıldı. 9 gün yoğun bakımda kaldı. Gözünü açabildiğinde hep Leyla'sını sordu. 5 dakikalık izinle görüştüklerinde elleri ile yüzünü okşadı sürekli. Son bir kez görüyor gibiydi. 

Camide uzaktan annesini gördüğünde "daha 27 yaşındayım" dediği anı hatırladı. "27 yaşındayım. Annemin bizi terk ettiği yaştayım" diye geçirdi içinden Leyla. 

Tabuta başını koyup ağladı sessizce. "Ah babacım, gözlerin olmadan gördün beni biliyorum, ah babacım" 

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Kapital (Yüksel Abi)

1989 yılında doğup büyüdüğü topraklardan ana vatan dedikleri ama aslında çokta bilmedikleri o ülkeye ulaşma süresi kısa ama süreci uzun yolculuğa başlamışlardı. 29 yaşındaydı Yüksel. İri yarı sarı saçlı mavi gözlü bilekleri oldukça kalın ve büyük elleri olan bu adam, doğup büyüdüğü Bulgaristan' da teknik liseyi bitirmiş, kimya konusunda da iyi bir birikim elde etmişti. 
Ana vatan Türkiye'de yakın akrabaları ve ailesi ile birlikte, içinden nehir geçen, geçmiş yıllarda iki büyük göç almış ve üniversite öğrencilerinin çok olduğu her tarafı çamurlu küçük anadolu kenti Eskişehir'e yerleşmişlerdi. Kendi ölçeğine göre azımsanmayacak şekilde sanayileşmiş bir şehirdi burası.
Bulgaristan' da aldığı eğitim, aileden ve çevreden gelen kültür ve yaklaşım ile içten gelen kendine güven sayesinde kısa sürede (yeni) ana vatanda kendine yer bulmuş, hayata tutunmuştu.

Ben 2010 da tanışmıştım onunla. Sanayi Odasına bağlı bir kuruluş, ortak çalışmalar yapabileceğimizi düşünerek, Yüksel Abi'nin çalıştığı firma ile bir görüşme ayarlamıştı. Görüşme sonunda pek bir ortak iş fikri oluşamamıştı. Mavi gömleği, beyaz saçları, aksanlı konuşması, davudi ses tonu ve içten gülümsemesi ile aklımda yer etmişti Yüksel abi.
İki yıl sonra küçük bir boya üreticisi ile birlikte çalıştığım firmanın kapısından içeri girmişti. Hatırlamıştım o ses tonu ve gülümsemeyi.
Yıllarca çalıştığı kapitali kendi işiymişcesine var etmeye çalışmıştı. Sonradan işverenle, işverenin işe aldığı bir danışman yüzünden anlaşmazlığa düşüp yollarını ayırmış ve bu firma için çalışmaya başlamıştı. Diğer firmadaki danışman da saygı duyulan ve yakından tanıdığım biriydi. Hayat çok garip. 
İlerleyen yıllarda firmalar arası ticari ilişkinin de etkisi ile yakınlık ve sohbetimiz artmıştı. O, aynı sektörde farklı firmalarla aynı işi yapmaya devam etti. 
Yıllarca var etmeye çalıştığı kapitaller, emeğinin karşılığı olarak akciğer kanserini layık görmüştü. 
İlk haberi aldığımda aramıştım. O koca adamın telefonda ağladığını duymak çok üzmüştü beni. 
"Tek bir noktada değilmiş, biraz dağınıkmış ama çok yoğun değilmiş, küçülmeye ve azaltmaya çalışacaklar" demişti. 
Kaç yıl geçti aradan bilmiyorum. Çok uzun zaman önce bizimle tanıştırdığı iki kişiye tekrar ulaşmamız gerekti. Uzun zamandır arayamamanın verdiği rahatsızlıkla utana sıkıla aradım. Sesi iyiydi, çok hafif bir yorgunluk var gibiydi. Hastanede yattığını söylemişti. Palyatif bölümünde demişti. Uğrayacağım mutlaka dedim. Görüşürüz deyip kapattık. Arkadan mesajla sorduğum kişilerin numaralarını da atmıştı. 
O gün bugündür, uğrayayım diye düşünürken, içinde yaşadığımız varetmeye çalıştığımız kapital ve ev arasında bir fırsat yaratamamıştık. 
Bu sabah öldü haberini aldım. Lafın arasında, alelade bir haber gibi. 
Ona verdiğim söz boğazımda yumru olup kaldı adeta. Ve şu anda bende bıraktığı o hoş sedaya karşılık verdim mi veremedim mi sorusunun karşılığı da yok.
Yaş ilerledikçe katıldığınız cenazelerin sayısı artıyor. Hayatınıza giren ve uğurladıklarınız çoğalıyor. Hiç birinde bilmiyordum son kez görüştüğümü ama Yüksel Abi'ninki boğazımda düğümlenen yumru olarak kalacak bir süre daha.
Gecenin bu saatinde kendimi tutamadım, ağlıyorum için için. Hüngür hüngür ya da hıçkıra hıçkıra da olsa faydası yok. 

Ne diyeyim. Hoşçakal Yüksel abi.

22 Temmuz 2024 Pazartesi

TERMODİNAMİST

Ne diyorlar? Enerji, yoktan var olmazmış ve varken de yok olmazmış
İnanıyor musun? Bu kardeşiniz bu işleri bilir. 
Bakınız bir canlı öldüğünde, o kanlı canlı, enerji dolu varlık, bu dünyadan göç ettiğinde.... Hikmetinden sual olunmaz. O gözlerdeki fer nasıl yok oluyor? 
Hani enerji yok olmuyordu? 
Bir araba duvara çarpınca enerjisi bitmiyor mu kardeşlerim. 
Aaaah ah... Yıllarca bizi uyuttular. 
Neymiş; bir sistem, her hangi bir zorlama olmazsa minimum enerji maksimum düzensizlik eğilimindeymiş. 
Kim söylüyor bunu? Sözde bilim insanları... Sevsinler sizin biliminizi...
Masanın üstündeki yada dolaptaki kitaplara dokunma bakalım 10 sene. Hani zorlama olmayınca düzensizliği artacak ya... E yerinde duruyor? Neymiş? Entropi... Dilimizde bile olmayan bir kelime. 
Kardeşlerim, bir tutturdular enerji, entropi, kelimeleri birleştirdiler, Termodinamik... Bak bak bak... Yetmedi, termodinamik çevrim. Yahu kuzu mu çeviriyorsun? 
Oyuna bak. Evelallah biz sizin ne filimler çevirdiğinizi yıllarca gördük, izledik. Sokak arası sinemalarda o 5.si, 6. sı çekilen rezil filmlerinizi de gördük. Ama Allah'ın izniyle artık, bu sarmaldan kurtulacağız. Bu kardeşiniz burada olduğu sürece, bu can bu bedende olduğu sürece, kardeşlerim, kimse sizi bilimle dövemeyecek. 
Ben en büyük entropistim kardeşlerim. Hatta ve hatta termodinamistliğin daniskasıyım. Artistlik yapanın aklını alırım. Abdestimden şüphem yooook. (çünkü almadım). 
Biz bu yola kefenimizle çıktık. Öyle bazıları gibi kalın kitaplarla çıkmadık. Sınav yapıyorlarmış, defter kitap açık.... Heey hey... Kardeşlerim, ömür bitip son nefesi verdiklerinde, o enerjinin nasıl sıfırlanıp yok olduğunu gördüklerinde, işte o gün, notlar açık olacak. Amel defterlerini okurken gözyaşlarına boğulacaklar. Hani enerji bitmişti ya, sonra o kitapları okuyup, gözyaşı dökerken, bir anda gelecek o enerji... Orada görecekler hem varken yok olduğunu, hem yoktan da var olduğunu. Allahın işine mi karışıyorsun? 
Kardeşlerim, dedim ya  ben termodinamistim, hatta daniskasıyım.
...... 
O kadar inandırmıştı ki kitleyi, bilim insanlarına ve üniversite gençliğine oldukça kötü gözle bakıp, "büyük oyunu gör, büyük resmi gör, bunlar batının tuzağı" kampanyaları başlamıştı. Hatta bazı gençler yolda önleri kesilerek kitaplarına zarar verme eğilimine girmişti kitle. Adeta bir distopya yaşanır olmuştu.
 
Aslında hiç bir şeyden anladığı yoktu. Ne ekonomiden, ne teknolojiden, ne enerjiden. Enerjinin parasal gelirini ve pastanın büyüklüğüne olan iştahını saymazsak. Konuşmaların içeriğinde "kardeşlerim, biz, bu kardeşiniz" yoğunluğunda olsa da, "BEN" vurgusu, doğrudan kullanmadığı halde çok barizdi aslında ama, kendi kitlesi için bu abi tavrıydı, baba tavrıydı, dayı tavrıydı. "Çoh böyük Adam" diyorlardı köy kahvelerinde. Kulaktan kulağa yayılmıştı namı. Şeytan tüyünü iman gösterisi ile birleştirip, bir iki höykürünce yerini iyice sağlamlaştırmıştı.
Oraya çıkmıştı. Nasıl çıkmıştı, neden çıkmıştı, bunların bir önemi yoktu.
O pek çok şeyin daniskasıydı. Bilmese de fikri vardı her konuda. Oraya çıktıktan sonra da soramadı kimse akıl sağlığını, sorgulayamadı da. Böyük termodinamist, yanlış yorumladığı bilimsel kanunların tersine işler yaparak yarattığı hortum neticesinde, halkın cebindeki paranın hortumlanmasına neden olmuştu.
Ama olsundu. O neticede Zübük gezegeninin lideriydi. "Ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey" diyen Hayriye Hanımların sessizliği ve susturuculuğu ile de daha uzun yıllar çıktığı yerde kalacaktı. "Çıktığı yere geri dönse keşke" diye düşünenler avcunu yalayacaktı.

..... 

Termodinamik: Isının ve dolayısıyla enerjinin dinamiği diyebiliriz. Ayrıca "TERMODİNAMİST" yada "ENTROPİST" şeklinde bir kullanım yoktur. 
Merak edenler için:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Termodinamik

15 Temmuz 2024 Pazartesi

Kaygı Duruşu

Kilisenin çanları normalden farklı şekilde çalıyordu. Cenaze haberi verir gibiydi ama, gecenin o saatinde cenaze haberi verildiği görülmemişti.

Meraklanan kasaba halkı ellerinde fenerle yada meşalelerle sokağa çıktı. Kiliseye doğru yürümeye başladılar ama, meydandaki merkez kilise değil de, en uzaktaki kiliseden geliyordu çan sesleri. Kalabalık giderek çoğaldı. Adeta meşaleli bir yürüyüş kortejine dönüştü. Çanların kimin için çaldığını anlamak için kasabanın en ucun doğru yürüyorlardı. Kasabanın Jandarma karakolundaki bir avuç asker, kalabalığı yatıştırmak için dışarı çıktı. Tam bu esnada Merkez kilisenin, bölgedeki Katedrale bağlı olmadığı için çan çalmadığı söylentisi de yayılmaya başlamıştı. Kimse ne olduğunu bilmediği halde, herkes hikayeyi bir yerinden çözmeye başlıyordu.

Demek ki merkez katedralle arası iyi olan Kral Taywerd zor durumdaydı. İşte askerler de halkı durdurmak için çıkmıştı. Demek çanlar Taywerd'i korumak için çalıyordu. Yeni yapılmış  gazlı sokak lambaları sönüktğ. Muhakkak ki bu Taywerd'i sevmeyen jandarmaların işiydi.

Taywerd zalim bir kral olmasına rağmen halkın bir kısmından destek görüyordu.

Destek vardı var olmasına ama, ya halkın kalan kısmı? Hem şu diğer katedralin durumu da tüm işleri berbat ediyordu. Kilise sistemlerinde tekillikten ziyade paralellik olması, halkı ikna etme yolunda, Taywerd için kendi bekası açısından büyük problemdi. İnanılmaz bir kaygı patlaması hakimdi. Öyle ki 128 bin okka altın parayı yok etse kimse birşey diyemezdi de, birisi atların yemini değiştirmeye kalksa korkudan dünya kadar soru sorup, başseyisi hatta başveziri dövmeye kalkardı. Bir seferinde dövdüğü rivayet edilse de, kanıt bulunamadı. Bir oğlunu, kuyusunu mu kazacak diye, bir süre uzak tutmuştu yanından. Sonradan çok salak olduğunu anlayınca yanından hiç ayırmadı, o da bir diğer kaygı kaynağı olmuştu.

Nasıl olmuşsa, o gece küçük şehirlerin ve kasabaların tamamında merkez Katedrale bağlı olan kiliseler çanlarını çalmaya başlamıştı. Meşalelerle sokağa dökülüp ne olduğunu anlamaya çalışan halk, inanılmaz bir kurgu ile diğer Katedrali düşman belleyerek, oraya bağlı kiliseleri ateşe verdi.
Bazı kentlerde Jandarma karakolları ateşe verildi. Merkez Katedrale bağlı olmayan halk vahşi bir şekilde çırılçıplak soyularak at arabalarına çivilenrek sokaklarda gezdirildi. Kimisi kan kaybından can çekişerek öldü, kimisi tekmelerle öldürüldü daha 19 yaşında.

Taywerd muhbirleri aracılığı ile gün ağarırken almaya başladı haberleri. Çok planlı programlı başlamayan bu hareket, bir kaç saat içinde halkın Kral Taywerd'a saygı duruşuna dönüşmüştü. 

Çanların kendileri için çaldığını anlayamayan ülke halkı, çılgınca Kral Taywerd'in kaygı duruşunu, ona karşı bir saygı duruşuna çevirmişti. Bu esnada, kalabalığın gazabına yakalanmayan, her iki Katedrale de bağlı olmayan bir kısım halk "resistere iter' duasıyla içten içe kendini telkin etmeye çalışıyordu, malum kaygıları hiç sonlandırmayarak. 

15 Kasım 2023 Çarşamba

Yol

Öndeki arabanın arka lambaları gözümü aldı. Sisleri yakmış şerefsiz. Aha frene de bastı. Kırmızı nokta. Alfa Romeonun nokta nokta kırmızı led fren lambaları en parlak haliyle yaktı gözlerimi..
Yandı...
Ülke gibi... 
Tabela... 
Yanık Ülke... Bağbozumu.. Şarap bağları.. Gelelim buraya bir ara...  Gidelim buralardan.
O kamyon çok hızlı değil mi? Çok su sıçrattı.
Ya sev ya terket yazmış üste.. 
Ne kadar milliyetçi o kadar kapitalist... 
Kamyon.. 
Susurluk ayranı. 
Mercedes... 

Kula kulluk edene yazıklar olsun yazmış çamurlukta... Biraz da her telden delikanlı
KULA yazısı üstünde kırmızı çapraz çizgi. 
Tabela... 
Çizmişler...
Kırmızı... 
Şarap gibi... 
Alfa Romeonun arka stopları gibi. 
Kırmızı noktalı... Ergenlik dönemi filmleri

Şarabın gazabından kork
Çünkü fena kırmızıdır. 

Beyazı da var. 
Bir de beyaz berelisi. 
Bir kez ikna olunca milliyetçilik harcı, 
Eline silah tutuşturulup, 
Öldürebilirsin o pis yabancıyı... 
"Bakarız sana hapiste koçum...." Mozaik de neymiş? 

Ülkenin çivisi mi çıkmış? Vidası var mıydı ki? 
Nerede bileyim hırdavatçı mıyım ben? 
Kahve içer misin? Gözlerini dinlendir. 
Bir amerikano lütfen... 
- Hem starbaks hem amerikano yuuuuuuhhh....
  Kah rol sun İs ra il.  
  Müslüüman uyuuumaa.... Iıııııı

" 300 metre sonra sola dönün" 
Tabela : ÖDEMİŞ
Yol ayrımı.... ALLAHDİYEN yolu mu bu? 
Allahdiyen... 
Çile bülbülüüüümmm ALLLAAAAAAAAH... 

Gözlerim kapanıyor... Gözlerimi kapatıp uyanmak istiyorum... Geçsin bu benim içimi kemirip dururken kendi içindeki tutarlı duran (tutarsız) hal.
Bir gök gürlese bari bir sağanak patlasa.... 
Yıl olmuş 2024.. Hala göklerden medet ummak... 





16 Mart 2023 Perşembe

Sesinin Yankısı

1996 yılıydı. Lise son sınıfa geçmiştim.
Zor zamanlardı bizim için. Hatta geriye dönüp bakınca belkide en zor yılmış şimdiye kadarki.
O zor zamanlarda duymuştum bu şarkıyı. Müziği sözleriyle bütünleşerek, o sıkıntılı dönemlere anlam katıyor, şarkıya kendi çapımda yeni anlamlar yüklüyordum. İçli bir keman ile insanın yüreğine işleyen bir giriş... 

Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz

Bir taraftan da soruyordum, bir kente yalnızlık nasıl çöker? İnsana çöken yalnızlık hissi miydi anlatılmak istenen? 
Zor zamanlarımızı omuzlayan anneannemi kaybettiğimizde yalnızlık hissinin kalbimden tüm kente aktığını düşünmüştüm. Çok değil bir yıl sonra gittiğim o tutucu, kapalı Anadolu kentinde, kente çöken yalnızlık tabiri farklı bir anlam kazandı zihnimde. Alışkın olduğum, yaşayıp gördüğüm dünyadan çok farklı olan bu kent yalnız ve insanı da yalnızlaştıran bir kent hüviyetindeydi benim gibi bir toy delikanlı için. Kendi iç dinamiklerine ve orada kendi içinde yalnızlığı olmayan yaşantıya sahip bir şehir olduğuna vakıf olmam normalden biraz uzun sürmüştü. Ben kendimi yalnızlık içerisinde hissediyordum belki sadece.

Yıllar geçtikçe şarkıyı daha bir sevip içselleştirmeme rağmen halen bu soruyu soruyordum: kente yalnızlık nasıl çöker? Bazen sabaha karşı, hemen herkes uykudayken? 

Grubun 25. Yılı konserinde çaldığı ikinci parçaydı. Sahneye ikinci sırada çıkmıştı grubun basçısı, İbrahim.
Ah İbrahim ah. Yıllar sonra, bir deri bir kemik, müzik yapma yasağına karşı yaptığı bireysel eyleminde, yenik düşmüştü ufalmış bedeni. Yalnızlık hissi bu kez de, bizzat grubun içinden hissedildi. 

Günlerden 6 Şubattı.. Sabah 6.35. Eşimin "deprem olmuş, Diyarbakır da Galleria yıkılmış, annemler sokaktaymış" haberiyle uyandım. İnternet üzerinden bilgi almaya çalışırken depremin şiddetini 7.6 olduğunu öğrendik. 2 saatten fazlaca bir zamandır ülkenin bir kısmının büyük bir sarsıntıyla uyandığını ve yıkıntı altında olduğunu farkettik. 23 yıl önce ülkenin batısı beşik gibi sallandığında atılan çığlıklar, bu kez güneyinde duyulmuştu.

10 il doğrudan etkilendi, ama özellikle 3 il, Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman neredeyse tamamen çöktü. 

Günler geçtikçe, bölgeden gelen haberler o kadar kötüye gitti ki... Haberlerin kötülüğü ile, devlet kurumlarının acziyeti arasındaki paralellik ya da ilişki, beynimin içinde uğultuya dönüştü... Gitgide büyüyordu bu uğultu... 

Adıyaman'da, eşinin ailesi in oturduğu apartmanın yıkıldığı, tüm ailenin enkaz altında kaldığını duyduk bir arkadaştan. Sonraki günlerde tam 14 kişiyi toprağa verdiler. Öyle ki bazılarını teşhis etmekte zorlandıklarını anlatıyorlardı. Başka bir arkadaş bu kez Hatay'da benzer bir durum anlatıyordu, gözleri yaşlı ve çaresiz. Yengesini fiziksel özellikleri ile teşhis edemediler örneğin. Tek teselli - ona da teselli denir mi bilmem- cenazeye ulaşabilmiş olmaktı, ve bir şekilde teşhis edilmesiydi. 

"Asrın Felaketi" diyerek propagandaya çevirdiler işi hemen ertesi gün. Önceliği kurtarma faaliyetleri yerine "sela" okumaya verdiler minarelerden ki, muhtemelen on binlerce insan kendi selasını dinledi enkaz altında. "İmdat" çığlıkları yankılanamadı da, sela sesleri yankılandı yıkılmış, "yalnızlık çökmüş" kentlerde. Enkaz altında yüreği kalmış bizlerin kulaklarında, beyninde, vicdanında... 

Derken alttaki görsel çarptı gözüme günler sonra. Yüreğime... Beynime... Vicdanıma... Kanıma dokundu bu çaresizlik ve yokluk hissi... Korku filmlerinde görülebilecek şehir yıkıntıları, bir kaç gün içinde normalimiz olmuştu bizlerin ama, yaşayanlarda silinmez acılara dönüşmüştü. O zaman anladım "yalnızlık çöken kenti".

6 Şubat 04.17 de yükselen çığlıklar yankılandı adeta... Bu sesin yankısı biter mi? 
Bitmez... 
Yarına kalacak 
ama, 
hiç bitmeyecek.

Saygılarımla