Bu Blogda Ara

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Kapital (Yüksel Abi)

1989 yılında doğup büyüdüğü topraklardan ana vatan dedikleri ama aslında çokta bilmedikleri o ülkeye ulaşma süresi kısa ama süreci uzun yolculuğa başlamışlardı. 29 yaşındaydı Yüksel. İri yarı sarı saçlı mavi gözlü bilekleri oldukça kalın ve büyük elleri olan bu adam, doğup büyüdüğü Bulgaristan' da teknik liseyi bitirmiş, kimya konusunda da iyi bir birikim elde etmişti. 
Ana vatan Türkiye'de yakın akrabaları ve ailesi ile birlikte, içinden nehir geçen, geçmiş yıllarda iki büyük göç almış ve üniversite öğrencilerinin çok olduğu her tarafı çamurlu küçük anadolu kenti Eskişehir'e yerleşmişlerdi. Kendi ölçeğine göre azımsanmayacak şekilde sanayileşmiş bir şehirdi burası.
Bulgaristan' da aldığı eğitim, aileden ve çevreden gelen kültür ve yaklaşım ile içten gelen kendine güven sayesinde kısa sürede (yeni) ana vatanda kendine yer bulmuş, hayata tutunmuştu.

Ben 2010 da tanışmıştım onunla. Sanayi Odasına bağlı bir kuruluş, ortak çalışmalar yapabileceğimizi düşünerek, Yüksel Abi'nin çalıştığı firma ile bir görüşme ayarlamıştı. Görüşme sonunda pek bir ortak iş fikri oluşamamıştı. Mavi gömleği, beyaz saçları, aksanlı konuşması, davudi ses tonu ve içten gülümsemesi ile aklımda yer etmişti Yüksel abi.
İki yıl sonra küçük bir boya üreticisi ile birlikte çalıştığım firmanın kapısından içeri girmişti. Hatırlamıştım o ses tonu ve gülümsemeyi.
Yıllarca çalıştığı kapitali kendi işiymişcesine var etmeye çalışmıştı. Sonradan işverenle, işverenin işe aldığı bir danışman yüzünden anlaşmazlığa düşüp yollarını ayırmış ve bu firma için çalışmaya başlamıştı. Diğer firmadaki danışman da saygı duyulan ve yakından tanıdığım biriydi. Hayat çok garip. 
İlerleyen yıllarda firmalar arası ticari ilişkinin de etkisi ile yakınlık ve sohbetimiz artmıştı. O, aynı sektörde farklı firmalarla aynı işi yapmaya devam etti. 
Yıllarca var etmeye çalıştığı kapitaller, emeğinin karşılığı olarak akciğer kanserini layık görmüştü. 
İlk haberi aldığımda aramıştım. O koca adamın telefonda ağladığını duymak çok üzmüştü beni. 
"Tek bir noktada değilmiş, biraz dağınıkmış ama çok yoğun değilmiş, küçülmeye ve azaltmaya çalışacaklar" demişti. 
Kaç yıl geçti aradan bilmiyorum. Çok uzun zaman önce bizimle tanıştırdığı iki kişiye tekrar ulaşmamız gerekti. Uzun zamandır arayamamanın verdiği rahatsızlıkla utana sıkıla aradım. Sesi iyiydi, çok hafif bir yorgunluk var gibiydi. Hastanede yattığını söylemişti. Palyatif bölümünde demişti. Uğrayacağım mutlaka dedim. Görüşürüz deyip kapattık. Arkadan mesajla sorduğum kişilerin numaralarını da atmıştı. 
O gün bugündür, uğrayayım diye düşünürken, içinde yaşadığımız varetmeye çalıştığımız kapital ve ev arasında bir fırsat yaratamamıştık. 
Bu sabah öldü haberini aldım. Lafın arasında, alelade bir haber gibi. 
Ona verdiğim söz boğazımda yumru olup kaldı adeta. Ve şu anda bende bıraktığı o hoş sedaya karşılık verdim mi veremedim mi sorusunun karşılığı da yok.
Yaş ilerledikçe katıldığınız cenazelerin sayısı artıyor. Hayatınıza giren ve uğurladıklarınız çoğalıyor. Hiç birinde bilmiyordum son kez görüştüğümü ama Yüksel Abi'ninki boğazımda düğümlenen yumru olarak kalacak bir süre daha.
Gecenin bu saatinde kendimi tutamadım, ağlıyorum için için. Hüngür hüngür ya da hıçkıra hıçkıra da olsa faydası yok. 

Ne diyeyim. Hoşçakal Yüksel abi.

22 Temmuz 2024 Pazartesi

TERMODİNAMİST

Ne diyorlar? Enerji, yoktan var olmazmış ve varken de yok olmazmış
İnanıyor musun? Bu kardeşiniz bu işleri bilir. 
Bakınız bir canlı öldüğünde, o kanlı canlı, enerji dolu varlık, bu dünyadan göç ettiğinde.... Hikmetinden sual olunmaz. O gözlerdeki fer nasıl yok oluyor? 
Hani enerji yok olmuyordu? 
Bir araba duvara çarpınca enerjisi bitmiyor mu kardeşlerim. 
Aaaah ah... Yıllarca bizi uyuttular. 
Neymiş; bir sistem, her hangi bir zorlama olmazsa minimum enerji maksimum düzensizlik eğilimindeymiş. 
Kim söylüyor bunu? Sözde bilim insanları... Sevsinler sizin biliminizi...
Masanın üstündeki yada dolaptaki kitaplara dokunma bakalım 10 sene. Hani zorlama olmayınca düzensizliği artacak ya... E yerinde duruyor? Neymiş? Entropi... Dilimizde bile olmayan bir kelime. 
Kardeşlerim, bir tutturdular enerji, entropi, kelimeleri birleştirdiler, Termodinamik... Bak bak bak... Yetmedi, termodinamik çevrim. Yahu kuzu mu çeviriyorsun? 
Oyuna bak. Evelallah biz sizin ne filimler çevirdiğinizi yıllarca gördük, izledik. Sokak arası sinemalarda o 5.si, 6. sı çekilen rezil filmlerinizi de gördük. Ama Allah'ın izniyle artık, bu sarmaldan kurtulacağız. Bu kardeşiniz burada olduğu sürece, bu can bu bedende olduğu sürece, kardeşlerim, kimse sizi bilimle dövemeyecek. 
Ben en büyük entropistim kardeşlerim. Hatta ve hatta termodinamistliğin daniskasıyım. Artistlik yapanın aklını alırım. Abdestimden şüphem yooook. (çünkü almadım). 
Biz bu yola kefenimizle çıktık. Öyle bazıları gibi kalın kitaplarla çıkmadık. Sınav yapıyorlarmış, defter kitap açık.... Heey hey... Kardeşlerim, ömür bitip son nefesi verdiklerinde, o enerjinin nasıl sıfırlanıp yok olduğunu gördüklerinde, işte o gün, notlar açık olacak. Amel defterlerini okurken gözyaşlarına boğulacaklar. Hani enerji bitmişti ya, sonra o kitapları okuyup, gözyaşı dökerken, bir anda gelecek o enerji... Orada görecekler hem varken yok olduğunu, hem yoktan da var olduğunu. Allahın işine mi karışıyorsun? 
Kardeşlerim, dedim ya  ben termodinamistim, hatta daniskasıyım.
...... 
O kadar inandırmıştı ki kitleyi, bilim insanlarına ve üniversite gençliğine oldukça kötü gözle bakıp, "büyük oyunu gör, büyük resmi gör, bunlar batının tuzağı" kampanyaları başlamıştı. Hatta bazı gençler yolda önleri kesilerek kitaplarına zarar verme eğilimine girmişti kitle. Adeta bir distopya yaşanır olmuştu.
 
Aslında hiç bir şeyden anladığı yoktu. Ne ekonomiden, ne teknolojiden, ne enerjiden. Enerjinin parasal gelirini ve pastanın büyüklüğüne olan iştahını saymazsak. Konuşmaların içeriğinde "kardeşlerim, biz, bu kardeşiniz" yoğunluğunda olsa da, "BEN" vurgusu, doğrudan kullanmadığı halde çok barizdi aslında ama, kendi kitlesi için bu abi tavrıydı, baba tavrıydı, dayı tavrıydı. "Çoh böyük Adam" diyorlardı köy kahvelerinde. Kulaktan kulağa yayılmıştı namı. Şeytan tüyünü iman gösterisi ile birleştirip, bir iki höykürünce yerini iyice sağlamlaştırmıştı.
Oraya çıkmıştı. Nasıl çıkmıştı, neden çıkmıştı, bunların bir önemi yoktu.
O pek çok şeyin daniskasıydı. Bilmese de fikri vardı her konuda. Oraya çıktıktan sonra da soramadı kimse akıl sağlığını, sorgulayamadı da. Böyük termodinamist, yanlış yorumladığı bilimsel kanunların tersine işler yaparak yarattığı hortum neticesinde, halkın cebindeki paranın hortumlanmasına neden olmuştu.
Ama olsundu. O neticede Zübük gezegeninin lideriydi. "Ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey" diyen Hayriye Hanımların sessizliği ve susturuculuğu ile de daha uzun yıllar çıktığı yerde kalacaktı. "Çıktığı yere geri dönse keşke" diye düşünenler avcunu yalayacaktı.

..... 

Termodinamik: Isının ve dolayısıyla enerjinin dinamiği diyebiliriz. Ayrıca "TERMODİNAMİST" yada "ENTROPİST" şeklinde bir kullanım yoktur. 
Merak edenler için:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Termodinamik

15 Temmuz 2024 Pazartesi

Kaygı Duruşu

Kilisenin çanları normalden farklı şekilde çalıyordu. Cenaze haberi verir gibiydi ama, gecenin o saatinde cenaze haberi verildiği görülmemişti.

Meraklanan kasaba halkı ellerinde fenerle yada meşalelerle sokağa çıktı. Kiliseye doğru yürümeye başladılar ama, meydandaki merkez kilise değil de, en uzaktaki kiliseden geliyordu çan sesleri. Kalabalık giderek çoğaldı. Adeta meşaleli bir yürüyüş kortejine dönüştü. Çanların kimin için çaldığını anlamak için kasabanın en ucun doğru yürüyorlardı. Kasabanın Jandarma karakolundaki bir avuç asker, kalabalığı yatıştırmak için dışarı çıktı. Tam bu esnada Merkez kilisenin, bölgedeki Katedrale bağlı olmadığı için çan çalmadığı söylentisi de yayılmaya başlamıştı. Kimse ne olduğunu bilmediği halde, herkes hikayeyi bir yerinden çözmeye başlıyordu.

Demek ki merkez katedralle arası iyi olan Kral Taywerd zor durumdaydı. İşte askerler de halkı durdurmak için çıkmıştı. Demek çanlar Taywerd'i korumak için çalıyordu. Yeni yapılmış  gazlı sokak lambaları sönüktğ. Muhakkak ki bu Taywerd'i sevmeyen jandarmaların işiydi.

Taywerd zalim bir kral olmasına rağmen halkın bir kısmından destek görüyordu.

Destek vardı var olmasına ama, ya halkın kalan kısmı? Hem şu diğer katedralin durumu da tüm işleri berbat ediyordu. Kilise sistemlerinde tekillikten ziyade paralellik olması, halkı ikna etme yolunda, Taywerd için kendi bekası açısından büyük problemdi. İnanılmaz bir kaygı patlaması hakimdi. Öyle ki 128 bin okka altın parayı yok etse kimse birşey diyemezdi de, birisi atların yemini değiştirmeye kalksa korkudan dünya kadar soru sorup, başseyisi hatta başveziri dövmeye kalkardı. Bir seferinde dövdüğü rivayet edilse de, kanıt bulunamadı. Bir oğlunu, kuyusunu mu kazacak diye, bir süre uzak tutmuştu yanından. Sonradan çok salak olduğunu anlayınca yanından hiç ayırmadı, o da bir diğer kaygı kaynağı olmuştu.

Nasıl olmuşsa, o gece küçük şehirlerin ve kasabaların tamamında merkez Katedrale bağlı olan kiliseler çanlarını çalmaya başlamıştı. Meşalelerle sokağa dökülüp ne olduğunu anlamaya çalışan halk, inanılmaz bir kurgu ile diğer Katedrali düşman belleyerek, oraya bağlı kiliseleri ateşe verdi.
Bazı kentlerde Jandarma karakolları ateşe verildi. Merkez Katedrale bağlı olmayan halk vahşi bir şekilde çırılçıplak soyularak at arabalarına çivilenrek sokaklarda gezdirildi. Kimisi kan kaybından can çekişerek öldü, kimisi tekmelerle öldürüldü daha 19 yaşında.

Taywerd muhbirleri aracılığı ile gün ağarırken almaya başladı haberleri. Çok planlı programlı başlamayan bu hareket, bir kaç saat içinde halkın Kral Taywerd'a saygı duruşuna dönüşmüştü. 

Çanların kendileri için çaldığını anlayamayan ülke halkı, çılgınca Kral Taywerd'in kaygı duruşunu, ona karşı bir saygı duruşuna çevirmişti. Bu esnada, kalabalığın gazabına yakalanmayan, her iki Katedrale de bağlı olmayan bir kısım halk "resistere iter' duasıyla içten içe kendini telkin etmeye çalışıyordu, malum kaygıları hiç sonlandırmayarak. 

15 Kasım 2023 Çarşamba

Yol

Öndeki arabanın arka lambaları gözümü aldı. Sisleri yakmış şerefsiz. Aha frene de bastı. Kırmızı nokta. Alfa Romeonun nokta nokta kırmızı led fren lambaları en parlak haliyle yaktı gözlerimi..
Yandı...
Ülke gibi... 
Tabela... 
Yanık Ülke... Bağbozumu.. Şarap bağları.. Gelelim buraya bir ara...  Gidelim buralardan.
O kamyon çok hızlı değil mi? Çok su sıçrattı.
Ya sev ya terket yazmış üste.. 
Ne kadar milliyetçi o kadar kapitalist... 
Kamyon.. 
Susurluk ayranı. 
Mercedes... 

Kula kulluk edene yazıklar olsun yazmış çamurlukta... Biraz da her telden delikanlı
KULA yazısı üstünde kırmızı çapraz çizgi. 
Tabela... 
Çizmişler...
Kırmızı... 
Şarap gibi... 
Alfa Romeonun arka stopları gibi. 
Kırmızı noktalı... Ergenlik dönemi filmleri

Şarabın gazabından kork
Çünkü fena kırmızıdır. 

Beyazı da var. 
Bir de beyaz berelisi. 
Bir kez ikna olunca milliyetçilik harcı, 
Eline silah tutuşturulup, 
Öldürebilirsin o pis yabancıyı... 
"Bakarız sana hapiste koçum...." Mozaik de neymiş? 

Ülkenin çivisi mi çıkmış? Vidası var mıydı ki? 
Nerede bileyim hırdavatçı mıyım ben? 
Kahve içer misin? Gözlerini dinlendir. 
Bir amerikano lütfen... 
- Hem starbaks hem amerikano yuuuuuuhhh....
  Kah rol sun İs ra il.  
  Müslüüman uyuuumaa.... Iıııııı

" 300 metre sonra sola dönün" 
Tabela : ÖDEMİŞ
Yol ayrımı.... ALLAHDİYEN yolu mu bu? 
Allahdiyen... 
Çile bülbülüüüümmm ALLLAAAAAAAAH... 

Gözlerim kapanıyor... Gözlerimi kapatıp uyanmak istiyorum... Geçsin bu benim içimi kemirip dururken kendi içindeki tutarlı duran (tutarsız) hal.
Bir gök gürlese bari bir sağanak patlasa.... 
Yıl olmuş 2024.. Hala göklerden medet ummak... 





16 Mart 2023 Perşembe

Sesinin Yankısı

1996 yılıydı. Lise son sınıfa geçmiştim.
Zor zamanlardı bizim için. Hatta geriye dönüp bakınca belkide en zor yılmış şimdiye kadarki.
O zor zamanlarda duymuştum bu şarkıyı. Müziği sözleriyle bütünleşerek, o sıkıntılı dönemlere anlam katıyor, şarkıya kendi çapımda yeni anlamlar yüklüyordum. İçli bir keman ile insanın yüreğine işleyen bir giriş... 

Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz

Bir taraftan da soruyordum, bir kente yalnızlık nasıl çöker? İnsana çöken yalnızlık hissi miydi anlatılmak istenen? 
Zor zamanlarımızı omuzlayan anneannemi kaybettiğimizde yalnızlık hissinin kalbimden tüm kente aktığını düşünmüştüm. Çok değil bir yıl sonra gittiğim o tutucu, kapalı Anadolu kentinde, kente çöken yalnızlık tabiri farklı bir anlam kazandı zihnimde. Alışkın olduğum, yaşayıp gördüğüm dünyadan çok farklı olan bu kent yalnız ve insanı da yalnızlaştıran bir kent hüviyetindeydi benim gibi bir toy delikanlı için. Kendi iç dinamiklerine ve orada kendi içinde yalnızlığı olmayan yaşantıya sahip bir şehir olduğuna vakıf olmam normalden biraz uzun sürmüştü. Ben kendimi yalnızlık içerisinde hissediyordum belki sadece.

Yıllar geçtikçe şarkıyı daha bir sevip içselleştirmeme rağmen halen bu soruyu soruyordum: kente yalnızlık nasıl çöker? Bazen sabaha karşı, hemen herkes uykudayken? 

Grubun 25. Yılı konserinde çaldığı ikinci parçaydı. Sahneye ikinci sırada çıkmıştı grubun basçısı, İbrahim.
Ah İbrahim ah. Yıllar sonra, bir deri bir kemik, müzik yapma yasağına karşı yaptığı bireysel eyleminde, yenik düşmüştü ufalmış bedeni. Yalnızlık hissi bu kez de, bizzat grubun içinden hissedildi. 

Günlerden 6 Şubattı.. Sabah 6.35. Eşimin "deprem olmuş, Diyarbakır da Galleria yıkılmış, annemler sokaktaymış" haberiyle uyandım. İnternet üzerinden bilgi almaya çalışırken depremin şiddetini 7.6 olduğunu öğrendik. 2 saatten fazlaca bir zamandır ülkenin bir kısmının büyük bir sarsıntıyla uyandığını ve yıkıntı altında olduğunu farkettik. 23 yıl önce ülkenin batısı beşik gibi sallandığında atılan çığlıklar, bu kez güneyinde duyulmuştu.

10 il doğrudan etkilendi, ama özellikle 3 il, Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman neredeyse tamamen çöktü. 

Günler geçtikçe, bölgeden gelen haberler o kadar kötüye gitti ki... Haberlerin kötülüğü ile, devlet kurumlarının acziyeti arasındaki paralellik ya da ilişki, beynimin içinde uğultuya dönüştü... Gitgide büyüyordu bu uğultu... 

Adıyaman'da, eşinin ailesi in oturduğu apartmanın yıkıldığı, tüm ailenin enkaz altında kaldığını duyduk bir arkadaştan. Sonraki günlerde tam 14 kişiyi toprağa verdiler. Öyle ki bazılarını teşhis etmekte zorlandıklarını anlatıyorlardı. Başka bir arkadaş bu kez Hatay'da benzer bir durum anlatıyordu, gözleri yaşlı ve çaresiz. Yengesini fiziksel özellikleri ile teşhis edemediler örneğin. Tek teselli - ona da teselli denir mi bilmem- cenazeye ulaşabilmiş olmaktı, ve bir şekilde teşhis edilmesiydi. 

"Asrın Felaketi" diyerek propagandaya çevirdiler işi hemen ertesi gün. Önceliği kurtarma faaliyetleri yerine "sela" okumaya verdiler minarelerden ki, muhtemelen on binlerce insan kendi selasını dinledi enkaz altında. "İmdat" çığlıkları yankılanamadı da, sela sesleri yankılandı yıkılmış, "yalnızlık çökmüş" kentlerde. Enkaz altında yüreği kalmış bizlerin kulaklarında, beyninde, vicdanında... 

Derken alttaki görsel çarptı gözüme günler sonra. Yüreğime... Beynime... Vicdanıma... Kanıma dokundu bu çaresizlik ve yokluk hissi... Korku filmlerinde görülebilecek şehir yıkıntıları, bir kaç gün içinde normalimiz olmuştu bizlerin ama, yaşayanlarda silinmez acılara dönüşmüştü. O zaman anladım "yalnızlık çöken kenti".

6 Şubat 04.17 de yükselen çığlıklar yankılandı adeta... Bu sesin yankısı biter mi? 
Bitmez... 
Yarına kalacak 
ama, 
hiç bitmeyecek.

Saygılarımla

3 Ekim 2022 Pazartesi

Küfür


Star Wars filmini izlerken uyuya kalmışım.


Çok çok yakın bir zamanda, çok çok yakın (başka) bir galakside...

Müziğe düşmandı adam, sanatın her türlüsü  de anlamsızdı. Çünkü anlamıyordu. Anlaşılabilir olmalıydı sanat dediğin. Heykel dedin mi mesela, çatal ucunda sosis güzel bir heykel olurdu da, farklı açılardan bakıldığında farklı anlamları olan, Yeşil ve Mavinin dengesini anlatan bir heykel, "UCUBE" olarak nitelendirilebilirdi. 

Şaraptan hiç haz etmezdi. Üzüm olarak yenmeliydi ama, o kırmızı su da neydi?  Özünde her şeye düşmandı. O kadar ki, herhangi bir tatlı yerken bile yüzü ekşirdi. Herkesin eliyle sevebildiği uçabilen kanatlı türleri, kapalı ışın kılıcını dürterek sevgisini gösterirdi.

                                                DALL-E tarafından üretilmiştir.


Binlerce yıl önce, diğer tarafın kutsal seferlerindeki vandallığın benzerlerini, şimdi kendi tarafındakiler, üstelik kendi gezegenlerindeki halklarına yapıyorlardı. Çok bir laf etmiyordu bu duruma. Ki yıllar önce, müziğe düşman olan, desteklediği bir kitle, galaksi tarihinin en vahşi cinayetlerinden birini işleyecekti topluca. Bazıları cinnet diyecekti bu organize işe. Kendisi de olayın araştırılmasının sonlandırılmasına "hayırlısı olsun" diyecekti.


Önceleri onun gezegeni, kendi kendine yetebilen bir gezegendi her anlamda ama ne hikmetse ona ve onun türüne bir türlü yetemiyordu. Bir ara geçmişinde sahte parmak izi ayarlayarak seyahat etme imkanı sağlamıştı ülkeler arasında yancılarına ama tabii ki bedava değil. Yakalanmıştı da boşverilircesine davranılmış, adeta mükafatlandırılmıştı. Universal Kredi yada takasa konu malın kokusunu nerede olsa alırdı. Tabii ki her işten karlı çıkardı, cin fikirliydi.
Bu kadar cin fikirlilikle, artık yönlendirilmekten yönetmeye geçmek istiyordu tebaasını. Önce Gezegenin en büyük devletinin generalliğine soyundu. Maviler bir kaç farklı tonda savaşınca, tek yeşil olarak kazandı. İşte tüm hikaye buradan sonra aldı yürüdü. 


Yanına gangsterler, Jawa'lar, Sith'lerin olmamışları ve benzeri bir kitle topladı. Devamında önce olamamış Sithlerin mağduriyetini dillendirdi. Çok yandaş buldu kendine, bir süre sonra olmuş Sithler'de ona döndü yüzünü. Gerçi bir kısmı "ne çirkin yiyor bu adam tatlıları yaaa" demişler bir rivayete göre.


Sonra galaksinin sakinlerinin tepkisizliğinden faydalanıp, hem Sith Lordu ilan etti kendini, hem de tüm halkın babası. Yıllar önce adlarını duyduğu Anakin, Luke, Yoda ve bilimum kahramanın yerinde kendini de görmek istiyordu. Önce bir kısmını kötüledi herkese. Sonra Jabba nın mağduriyetini anlattı mesela. Ama yetmiyordu. Bir bahane bulup hiç sevmediği müziği de yasaklasa ne güzel olacaktı, ve hatta şarabı. Bir de Dünya diye bir gezegende, kızlı erkekli öğrenim görüldüğünü duymuştu ki, aman tanrım...


Elinden geleni ardına koymadı bu kızlı erkekli eğitimin yapısını bozmak için. Devamında şarap dağıtımının önüne geçmek için var gücüyle çalıştı. Üniversal Kredileri düzenleyeceğim derken, bir anda fakirleşti galaksisi, ama on sorsanız herşey güllük gülistanlıktı.


------------------------------------------------------
Kış geliyor ve havalar soğudu. Üzerim açık yatmışım. Kabustan saat 4 te uyandım. Uykum vardı, sürüne sürüne yatağa gittim, telefona bir göz atayım dedim çok uykum olmasına rağmen... Sosyal medyadaki haberi görünce kanım dondu. Ankara'da bir müzisyen, istek parçasına "bilmiyorum" diye cevap verdiği için, 3 kişi tarafından saldırıya uğramış ve maalesef yaşamını yitirmişti. Detayları okudukça uykum daha daha bir kaçtı. Çok vahşi ve planlanmış bir cinayet.  


- Yan mı baktı bana o?
- Ne demek bana böyle cevap vermek?
- Haklıyım ve güçlüyüm, her istediğimi yaparım.
- Çok mağdur edildim, herkese her şeyi yapma hakkım var.
- Ben böyle istiyorum, diğerleri umurumda değil.
-Sana mı soracağım ne yapacağımı?
Toplumda son yıllarda çokça duymaya başladığımız kaba saba magand ifadeleriydi bunlar.
Ooooofff off.

Ahmet TELLİ'nin YENİLDİK şiiri geldi dilimin ucuna.


Çöl ve moraran cesetler, rüya 
Kâbusa dönüyor cinnet saatidir 
Coğrafyanın bu yakasında bir halk 
Kendi oğullarını boğazlıyor artık 
Kûfi bir cesaret oluyor cinnet 

Cinnet... Yaşananları anlatmak için fazlaca masum bir ifade.
Önce keskin bir şekilde erkek egemen hale getirilen anlayış.
Bir şekilde meşrulaştırılan ve sonrasında desteklenen suç ve suçlular.
Buna paralel kanuni düzenlemelerle basitleştirilen silahlanma.
Hukuksuzluğu yücelten yaklaşımlar ve hukuksuzluğun toplumun geneli tarafından içselleştirilmesi, yada hukuka olan inancın kaybolması.
Sonrasında, bu olay özelinde istek parça ve ret cevabı, ardından gelen vahşilik.
Reddetme özgürlüğü herkes için olduğu gibi, reddedilme ihtimalinin de benzeri bir karşı taraf özgürlüğü olması, öfkeyi körükleyici yanının olmaması gerektiği noktasına eğitimle mi gelinecek?...

Olaya karışanlardan biri TAI de mühendis.
Diğerleri çalışma bakanlığında iş müfettişi...
İkisinin adam yaralamadan sabıkası da var diye duydum radyoda bugün. Bu kurumlarda çalışamamaları lazım normalde.

Herkeste aynı yorum tabii: Her yere torpille adam yerleştirdiler...

Başka türlü bir de ironi var bu olayda:
Müzik / sanat düşmanları ve aynı zamanda içki düşmanları tarafından desteklenerek bir yerlere gelmiş gangster özentisi üç kişi, alkollü bir mekanda müzik dinliyor ve devamında müzisyeni öldürüyor.

Sebep sonuç ilişkisi bakımından yalnızca torpillilerin bir yere gelmesi ve suça teşvik edilmesi sonucu olarak öldürülen bir müzisyenden bahsedebiliriz ama, doğru olmayan sebep sonuç ilişkisi, farklı noktalara götürebilir işi.

Yok yok olamaz. Bu CİNNET değil...
Bu olsa olsa bilincin zamanda geri gitmesi, orta çağa varması.
Uzaya çıkacaktık elimizi kolumuzu sallayarak, teknik meknik hakgetire, ama bilincimizi orta çağa ışınladık.

Uyuyamadım bir türlü sabahın 7.30 una kadar. Şimdi saat gece 01.00, ve hala uykum yok tüm günün yorgunluğuna rağmen.


Yine Ahmet Telli den gelsin o zaman:
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.

Diyor ya şair bu şiirde: Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa...
Yıkılmıyor bu karanlığın ve sabit fikirliliğin duvarı.
İki küçük çocuğumu, iyi insan olarak yetiştirmek istiyorum da, ne kadar iyi kalabilirler, ne kadar sağlıklı büyütebilirler içlerindeki çocuğu, ne kadar inandırıcı kalabilrim onların gözünde iyi insan olmaya, kötülüklerden uzak tutmakta, kesitrmekte çok zorlanıyorum.

Çok kaygılıyım çok...


😔😢



1 Ekim 2022 Cumartesi

Bergen - İran Paralelliği Üzerine

Çok yoğun ve yorucu bir hafta, en azından kağıt üstünde bitmişti işte. Her ne kadar yarın gitmeyi planlamış olsam da işe, haftanın yoğunluğu azalıp, nispeten sakin bir hafta sonu gelmişti. Genelde böyle yoğun geçen haftalarda cuma akşamlarını, çilingir olmasa da, ufak çapta keyif verici bir rakı sofrasıyla şenlendiriyorum.

Bu düşünce ile atladım arabaya, radyoyu açtım. Radyoda çok tanıdık bir ses, melodisi yabancı olmayan, ama çok ta aşina olmadığım bir parçayı seslendiriyordu. Işıkta durduğum anda, telefon uygulamasıyla şarkıyı dinleterek kim olduğunu, şarkıyı bulmaya çalıştım. Uygulamada çıkan parça, dinlediğim parça değildi. Daha doğrusu söyleyen o değildi. 
Çocukluğumuzda belleğimize "acıların kadını" olarak kazınan Bergen' di benim bulduğum parçayı söyleyen.

Saçları ile tek gözünü kapatan arabesk - fantezi şarkıları söyleyen kadın. Gerçi bu coğrafyada sayıca çok azdı "acıları" olmayan kadınlar. Eve gelince şarkı adıyla internet taraması yaptım. Aşağıdaki görsel çıktı karşıma.


Melek Mosso, genel olarak yorumunu beğendiğim bir şarkıcı. Parça mükemmel olmuş onun sesiyle. Onu da buraya bırakayım. Dinlememiş olanlar da dinlesin:

Şarkının sözleri daha da bir manidar:

Öyle bir dünya bu vefadan yoksun
İsterse kainat servetin olsun
Düştüğün yerlerde sen artık yoksun
Düşeni götürür, yollar affetmez
Yoluna halılar serilir sanma
Uğrunda ömürler verilir sanma
Değerin, kıymetin bilinir sanma
Gideni götürür, kullar affetmez

Sanki genel anlamda bahse konu vefasızlık, erkek egemen toplumun bir sonucu gibi. Bu egemenlik o kadar derin ki, İngilizce 'de "tarih" kelimesinin karşılığının "history" olmasının nedenini "hikaye" olduğunu hatta "erkeklerin hikayesi - His Story" den oluşturulduğunu anlatmıştı bir programda ünlü tarihçi Murat Bardakçı.
Dedik ya bu coğrafyada sayısı çok azdır herhalde bir şekilde acıyla yüzleşmeyen kadın. Yani sırf kadın olması nedeniyle acıyla yüzleşmesi bahse konu olan. Acısı az yada çok. Bu arada, az önce hayat hikayesini detaylıca okudum Bergen'in de, yine dedim ki "AHHH AHHH". Marx'ın devlet tanımını yüzünüze tokat atarak adeta, dibine kadar hissetmiş olduğunu görürsünüz hayat hikayesinde.

Telefonu elime alınca - artık bağımlılık boyutunda olan telefonla ilişkimde - twitter üzerinden haberleri gözden geçirmeye başladım. İran'daki protestolar ve rejimin tutumuna ilişkin haberlerle karşılaştım.

Ülkesindeki zorbaların, uzun yıllardır dayattığı başörtüsünü düzgün takmamasını bahane ederek karakola götürülüp, hayatını kaybeden Masha Emini haberi tüm dünyada geniş yankı bulmuş, İran' da çok büyük bir özgürlükçü kadın hareketine ve sokak eylemlerine dönüşmüştü geçtiğimiz iki hafta içinde. Kardeşinin cenazesinde saçlarını kesen kadın videosu çok can yakıcıydı. 

Çok basit bir ifadeyle, başka yönetimlerde kendi sakallarının varlığı için "mücadele" veren İslami Misyonerliğe soyunmuş erkekler "kılla tüyle niye uğraşırsın" savıyla konuyu basitleştirebilirken, mevcut yönetimde kadının "kılı tüyü" nü çok ciddi bir problem olarak gündeme getirebiliyordu. Üstelik, örneğin 28 Şubat döneminde ülkemizde, üniversitelerdeki Başörtüsü - Sakal yasağı özellikle Sol yada Özgürlükçü kesim tarafından hiç bir şart - gereksinim ortaya sürmeden desteklenmişti, ve İran'da da Şah rejimine karşı özgürlük hareketi olarak doğmuş ve destek almıştı mevcut zihniyet.

1979 yılında, yani tam 43 yıl önce iktidara gelen zorbaların öncesini yalnızca fotoğraflardan görebilen gencecik kadınlar, hiç yaşayamadıkları özgürlüğün de hasretiyle, öfkelerini sokaklara çıkarak tüm dünyaya duyurmaya çalışıyor. Hayatın içinde hasreti hissedilen şeyler genelde hiç yaşanmamış olanlardır. Hiç yaşanmamış olanlar, hasretle beraber bir tutkuya dönüşür. İran'daki özgürlükçü kadın hareketinin içinde olanların büyük çoğunluğu da, hiç yaşayamadıkları özgürlüğün hasretini, tutkuyla birleştirmiş olanlar. Tabi ki eskiden ülkelerinin nasıl olduğu hakkında fikir sahibi bu kadınlar aynı zamanda.

1979 öncesi çekilen bu fotoğraf ne kadar büyük bir değişim yaşandığını gözler önüne sermeye yetiyor. 

"Özgürlüğümüz kısıtlanıyor" savıyla popülaritesini artıran ve belki de fotoğraftaki kadınların da desteğini alan kitle, yaşam tarzına müdahale edildiğini iddia ederek mağdur edebiyatıyla kitleleri etkilemiş ve bunun sonucunda, önce yönetimi devirerek kendi ideolojisinde bir yönetimi ülkeye dayatmış, sonrasında ise kendi gibi olmayan herkesi hain ilan eden bir zihniyetle ülke yönetimini tamamen ele geçirmişti.

Bu tarzda, teokrasiyi ön plana çıkartan ve bilimsellikten uzak yaşayan / yaşatan yönetimler, "cahil özgüveni" olarak tabir ettiğimiz bir özgüvenle her şeyi çözebileceğini düşünürken, uluslararası toplumda yalnız kalıp, bilimselliğin gereği olan sebep-sonuç ilişkisini de yanlış kurunca, "bizi kıskanıyorlar" mantığı ile her olaya yaklaşmaya başlar. Tarihte örneği çoktur. Devamında kendini çok güçlü zannederken bu yönetimler; örneğin en önemli komutanı, upuzun bir konvoy içinde tespit edilip yok edilir de, başka kimseye bir şey olmaz. Misilleme amacı ile cevap vermeye kalkınca da başka bir ülkeye ait sivil uçaklar düşürülür örneğin, üstelik kendi hava sahasında ve daha yeni havalanmışken.

Benzeri bir durumu örnek olsun diye dile getiririm hep. "Yerli uçak yapacaksınız ama, İmam Hatip Okulu açıyorsunuz Meslek Lisesi yerine. Herhalde uçaklar dua ile uçacak."

Sebep - Sonuç ilişkisini bilimsel temellere oturtmak ve bilimi ön plana çıkartmak önemli.

İran'da gördüğümüz protestolar, Dünya tarihinde önemli yer tutacak konumdayken önümüzdeki yıllar için, bizlere de neyle karşılaşma ihtimalimiz olduğunu örnekleriyle gösteriyor.

Bahsettiğimiz 28 Şubat sonrası süreçte, Başörtüsü - Sakal konusunda destek verirken karşıt kitleye, örneğin "sen benim içkim - kıyafetim konusunda net misin arkadaş?" sorusu çok gelmemişti aklımıza. (En azından benim aklıma)
Ki şimdi karşı karşıya kaldığımız Siyasal İslamcıların ne kadar özgürlük meraklısı olduğu/olmadığı çok çok net okunuyor - görülüyor.

Gerek bireysel, gerek toplumsal, özgürlüğümüzün kıymetini bilelim. Buna paralel, en çok ta kadınların daha özgür olması gerekliliğini fark edelim ve fark ettirelim.

Neşet Ertaş şarkılarından "Çiçekler Ekiliyor" geldi dolandı dilime. Ne güzel bir türkü dedim. 

İran'da erkekler kadınlarla birlikte sokaklarda şu anda. Bu türkü de İç Anadolu'da, Ege'de, Akdeniz'de tarlalarda kadın - erkek yan yana çalışanları getiriyor gözümün önüne. 

Hayat...
Her daim müşterek, her daim iç içe. Her daim özgür ama her daim sınırlarla - saygı ile- çevrelenmiş, ve doğru sebep - sonuç ilişkileri üzerine temellendirilmiş (olmalı).... Her parçanın aslında bir bütünü oluşturduğunun farkına varmalı.
Hem birbirimizle, hem doğayla....

Saygı ve Sevgilerimle....